Daha önce Moda Sahnesi, İstanbul Modern, Maxim Gorki Theatre (Berlin), Suzanne Dellal Center (Tel Aviv), Pavillon Noir (Aix-en-Provence) gibi mekanlarda sahnelenmiş olan “Biz” geçtiğimiz ay Süreyya Operası’nda (İstanbul) ve 1. Kent Tiyatro Festivali (Etimesgut, Ankara) programında yer aldı. Önümüzdeki ay, 2 Aralık’ta Alan Kadıköy’de, 14 Aralık’ta ise HOPE Alkazar’da sahnelenecek. (*)
“Biz”i yaratan ve sahneleyenlerle (**) konuştuk…
Siz kimsiniz? Yani “Biz” kimlerden oluşuyor?
Bedirhan Dehmen: Aslında üniversite, bağımsız alan ve devlet bünyesindeki modern dans alanı temsilcilerinin bir araya geldiği bir iş, Biz. İstanbul Devlet Opera Balesi, Modern Dans Topluluğu (MDT) çatısı altında ve dışarıdan misafir sanatçıların katılımıyla üretilen bir eser. Dışarıdan sanatçı-akademisyen olarak benimle birlikte, müzisyen Cem Yıldız, çeşitli kurumlarla işbirlikleri yapan bir sanatçı olan Kerem Çetiner, Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın kurucularından Mihran Tomasyan ve MDT içinden de Canberk Yıldız var. İlk yaptığımız versiyonda MDT içinden Ejder Keskin ve Alper Marangoz da eserin kurucu unsurları arasındaydı.
En başa dönersek, “Biz” hikâyesi nasıl başladı?
Bedirhan Dehmen: Hikâyeyi Beyhan Murphy ile başlatmamız gerekiyor. Beyhan Murphy, MDT İstanbul Kültürlerarası Diyalog Günleri adı altında bir organizasyon yapmaya karar vermişti ve bu kapsamda aralarında benim de olduğum bazı koreograflara teklifleri oldu. Bunu ilk tohum olarak sayabiliriz. Daha önceki tanışıklığımızdan dolayı projeyi Canberk (Yıldız) ile paylaştım. Ejder (Keskin) ile de yeni tanışmıştık ve dolayısıyla üçlü bir dansçı kastı oluştu. Ardından Cem’e (Yıldız) projeyi sundum. Prodüksiyon şekillenmeye başladığı andan itibaren de ışık tasarımı konusunda Kerem (Çetiner) dahil oldu. Tüm bunlar 2014’te oldu. 2014-2017 arasında sahneledikten sonra 4 sene ara verdik. 2021’de röprizini yapmaya karar verdiğimizde önce Canberk ve Cem ile yeniden başlamak üzere konuştuktan sonra, bu kez Mihran (Tomasyan) da dahil oldu ve şu anda devam ettiğimiz kast şekillendi.
Mihran, “Biz” 2021’de sana sunulduğunda sen dahil olmaya nasıl karar verdin?
Mihran Tomasyan: Benim için bu işin birkaç katmanı var ve bunlardan biri, projedeki hemen hemen herkesle uzun soluklu bir tanışım ve hem bedensel hem de fikirsel bir alışverişim olmasıydı. İlgilendiğim ve bu coğrafyayla da alakalı bir hikâyesi olduğundan, benim için ilgi çekiciydi. Bir yandan bu benim çok sevdiğim bir gösteriydi zaten. Birkaç kez izlemiştim, dolayısıyla benim için aynı zamanda onore edici bir teklifti. Çok isteyerek kabul ettim.
Benim de halk dansları geçmişim var ve bu bağımı hâlâ tutuyor olmak da çok hoşuma gidiyor. Keşke buna benzer daha çok proje olsa ve o tarafımı da diri tutabilsem… Hem çağdaş dans, hem halk dansları, ikisinin birbiriyle ilişkisi ve hem de bu coğrafyanın kendi kökleri üzerinden gelişen bir eser olduğundan benim için dans bağlamında çok keyifli bir gösteri açıkçası.
“Biz”deki kimlik ve beden ilişkisinden, nasıl birbirlerinin içine girdiğinden, iç içe geçtiğinden ya da zaman zaman da ayrıştığından bahseder misiniz?
Kerem Çetinel: Bunu ışık tasarımcısı olarak farklı bir yerden yanıtlayabilirim. İlk başladığımız günlerde Bedirhan ile konuşurken beni heyecanlandıran şey, projenin dili oluşturulurken, üç erkeğin birbiriyle olan ilişkisi ve etkileşimi üzerinden gelişen bir koreografi söz konusu olmasıydı. Bu bedenlerden bir tanesi olan Bedirhan vücut dili olarak halk oyunları ile başlayıp, daha sonra evrilen bir dile sahip. Diğer tarafta Canberk modern dans eğitimi almış bir beden. Üçüncü olarak da Ejder Keskin klasik bale eğitimi alıp, yıllarca Devlet Opera ve Balesi bünyesinde sahne aldıktan sonra modern dansa geçmiş bir beden ve bu doğrultuda bir vücut dili var. Dolayısıyla bu üç dil, koreografinin içinde çok farklı bir kimlik de ortaya çıkarıyordu. Bu üç dilin birbiriyle olan diyaloğu, hareket kimliğini koreografinin içindeki diğer öğelerle birleştiren çok ilginç bir unsurdu ve beni en heyecanlandıran kısmı buydu.
Canberk Yıldız: Ben de beden dili ayrımına değil ama dürtüsel birlikteliğe yaklaşabilirim bu noktada. Dürtüsel birliktelik aynı doku ve aynı düşüncenin içinde bir yaklaşıma doğru gitmeyle mümkün. O yaklaşımda belli başlı koyabileceğimiz birkaç tavır var. Dinlenilen müziği, yapılan iletişimi karşılıklı diyaloglar olarak konumlandırabiliriz. Orada da Kerem’in bahsettiği farklı biçimler veya öğrenilmiş bedensel dil, dışarıdaki eylemle yakınlaşıyor mu yakınlaşmıyor mu diye gittiğimiz bir hâl var. Öğretiler bedene göre değişebilir ama bütünlüğü yakalamak için bazı yapıları sahneye taşıyoruz sonuçta. Yoğunluğumuz doğaçlama üzerine… O doğaçlama da Cem Dede’nin verdiği müzikten gelen etkiyle beraber en başta yakınlıkları bulmaya çalışmakla ilgili. Aynı müziği dinleyebilen ve farklı hikâyeleri aynı anda anlatmaya çalışan üç kişi olarak başladık ve hikâye de oradan ilerleyip yükseldi.
Yapısal olarak kendimizi itiyoruz. Sahne üstünde kurgusal bir alan var ve kurgusal, yapılandırılmış alanın kendisi seyirciyle buluştuğunda insanı bir şekilde oynama (acting) haline sokan bir duruma götürüyor. Oradan dönüştürmeye çalıştığımız şey, “Biz”in yarattığı doğaçlama yapıyla kendinden geçmeye doğru itme meselesine gidiş. Gerçekten yapısal olarak içten gelen dürtüyü nasıl daha fazla birbirimize aktif bir şekilde gösterebiliriz diye uğraşıyoruz. Aynı zamanda birbirine dokunma, yakınlaşma, uzaklaşma biçimlerinde de ihtiyacımız olan neyse, bir kendini dönüştürme çabası halinde o ortaya çıkıyor. İçinde olduğumuz kurgusal alanda oynamayı (acting) daha fazla yaparak kendimi dönüştürmeye çalışıyorum ben daha çok.
Bedirhan Dehmen: Ben de batıni bir yere giderek “çoklukta birlik” veya çağdaş felsefeye yaklaşarak “farklılık prensibi”ni ekleyebilirim tüm bunlara. Herkesin çok biricik, kendine has ve özgün olduğu, aynı zamanda birbirini aynalama becerisi itibariyle çok hemhal olup, iç içe geçtiği tinsel, duyusal, bedensel bir alan inşası bu. Bir yandan olduğun kişiyi korumaya devam ettiğin, bir yandan da diğerini sürekli aynaladığın ve neredeyse likitleşip geçirgenleştiğin bir duyusal hassasiyet olması “Biz”de kritik. Bizim birbirimizi dinlememizin ve etki-tepki alışverişinde bulunmamızın yanında bir de müzik boyutu var. Müzik o manyetik alanın kurulmasını ve bizim birbirimize gerçekten bağlıymışçasına ilişkilenmemize çok yardımcı oluyor. Bir diğer etkisi de, müziğin dikey alanda yani daha arketipik, tarihsel, mitsel bir alanda araştırma yapmamıza kapı aralaması. Bu da yaratım sürecinin, bizim de ne olduğunu sonradan ufak ufak fark etmeye başladığımız bir boyutu oldu. Pek çok prova için mesele bir yanıyla da imgesel bir geçmişe doğru yolculuk yapma haliydi. Orada deyişlerin gücü, sözlerinin derinliği ve sözlü aktarımındaki o kadim bilginin bugüne taşındığı kanal bizi geçmişle irtibatlandırdı diye düşünüyorum.
Şu ana kadar konuştuklarımız daha da altını çiziyor ki müzik anlatının çok önemli bir unsuru. Müzikte nasıl bir içerik ve akış var?
Cem Yıldız: Müziğin akışını hem akustik hem de elektronik unsurlarla kurguluyorum. Akustik bölümde, Alevi müziğinin temelini oluşturan kültürel zenginlik açısından Doğu Anadolu ve Ege deyişlerini kullanıyorum. Daha sonra elektronik altyapıyla bestelediğim ozan Kul Nesimi’nin “Kime Ne” şiirinin tarihi ve derin içeriği de beni her seferinde çok etkiliyor. Keza Şah Hatayi’nin "Çıktım Kırklar Yaylasına" şiiri de öyle… Aslında bu geçiş ile de anlatıyı evrensel bir boyuta taşımış oluyorum. Yaklaşık 10 dakikalık efektif bir bölüm de var performansın içinde. Orada tamamen bağlamayı pedallar ile kullanıp “synths” sesler çıkarıyorum. Yani tamamen deneysel bir akış içinde neler yapılabileceğini gösteriyorum. Bağlama devreye girdiğinde ise, anlatım daha yoğunlaşıyor. Bağlama bence izleyici ile doğrudan bir bağ kurmak için hem geleneksel bir yankı hem de performansa güçlü bir duygu katıyor. Performansın sonunda ise “Yarim için Ölüyorum’ parçasını farklı formlarda işleyip, finalde orijinal formuyla okuyorum. Bu geçişler, performansın her anında müziğin anlatısal bir rol üstlenmesini sağlıyor; dolayısıyla izleyiciye müziğin diliyle ‘Biz’ olma hissini yaşatmak amaç…
İlk ortaya çıktığı günden bu yana -size, bedeninize, mesleğinize, üretim biçiminize, dünyaya dair” olan bitenler “Biz”e nasıl yansıyor? Ya da yansıyor mu?
Mihran Tomasyan: “Biz”in bugün hâlâ sahnelenmesinin sebebi bence güncelliğini koruyabilmesi. O nedenle de tüm olan biteni kapsıyor. Duyulara hitap ettiği için bugünün dünyasıyla uyum sağlıyor. 10 yıl sonra da etkisini görebileceğin bir gösteri bu bence. Çünkü kendi iç dinamikleri, istasyonları var ama araları açık ve o açıklık bugünkü bedenle icra edildiği için ilgiyi tutabiliyor.
Canberk Yıldız: Zaten o günün dertleriyle bugünün dertleri de değişmedi. Başladığımız noktadaki aynı dertlerin, yaklaşımımızın ve yapısal olarak ilerlediğimiz hayat hallerinin değiştiğini görebilsek, belki biçimsel olarak da işin içinde değişiriz. Sadece büyüyoruz, yaş alıyoruz ve o yaşla beraber bazı yaklaşımlarımız değişim gösterebiliyor. Ancak yakınlık olarak başlangıç noktasındaki yerdeyiz. Mihran’ın katılmasıyla beraber bir değişim oldu. Onun katılmasıyla beraber bir düet daha eklendi ve uzun bir üçlü biçim daha koyduk içeriğe. Tüm bunların yanı sıra, ben kendi adıma, başlangıç noktası ve yakalamaya çalıştığımız hâlin içinde ilk başından beri -10 sene geçmesine rağmen- o çocuksu tavrı, kendi karakterimde yakalamaya çalışıyorum hâlâ.
Bedirhan Dehmen: Bence yoğunluk değişmedi. Başlangıçtaki duyusal, duygusal hatta tinsel yoğunluk bugün de devam ediyor ki o olmasa biz de işe karşı biraz mesafe almak isteriz diye düşünüyorum. Ama eserin yapısında bazı değişimler, dönüşümler var. Canberk’in bahsettiği ilave bölümler girdi. Bizde mekanik değil organik bir kast değişimi oluyor. Eser kast değişimiyle yeniden şekilleniyor ve iç dinamiğini yeniden bulması gerekiyor. Bence bizler yaş aldıkça da içerideki rollerimiz ayrışmaya ve dönüşmeye başlıyor. Bu oyun ilk gündeme geldiğinde ben işin içinde iki tane “abi” olsun istemiştim. İlk başladığımızda Ejder (Keskin) benim için bir abi figürüydi ki; modern dans camiasında biraz “abi” olma durumu vardır. Cem (Yıldız), spiritüel lider gibi bir konumda bana abi gibi düştü. Zaten ona Dede diyoruz ve işlevi de tam olarak oydu. Bunlar bizim sabitlediğimiz roller değildi. Sonunda her şey değişip dönüşüyor tabii ama bugün geldiğimiz noktada ben bu işin içinde biraz büyüdüğümü söyleyebilirim. Artık “abi” arayışından biraz daha özgürleştiğim bir yerdeyim.
Cem Yıldız: Tüm bunların ötesinde bu gösteri başlangıcından şu ana kadar çok içsel bir tarafa götürüyor hepimizi. Bu, performans sırasında bizim için böyle ve izleyici için de öyle olduğunu onlara dikkatli baktığımda görebiliyorum. Bence performansa 10 yıl devam etsek de olacak bir hâl bu. Ben her performansta hissettiğim bu içsel durumu çok önemsiyorum. Beni bu oluşuma getiren sebeplerden biri de bu. O nedenle çok gönülden bir birliktelik.
“Biz”de kadın bedeni olmaması bir tercih mi?
Bedirhan Dehmen: Kadın ve erkek bedeninin aşıldığı, “trans-gender” bir yere gittiğini düşünüyorum. 1’e 2 matematiğini kurduğun bir yerde ister istemez cinsiyet üzerinden bir okumaya doğru gidiyor algı. Böyle bir karşı cinsiyet denklemi, okumayı tek kanallı ve romans ya da erotizm odaklı bir yere çekebilecekti ve bu, potansiyel duygu-anlam-yorum uzamını çok daraltacaktı. Aslında bu tamamen bilinçdışı süreçler sonucunda belirlendi. Eserin kastının başlangıçta kimlerden oluştuğu, benim kendi korku ve cesaret eşiklerimle çok alakalı. Kendime güvenli hissedebileceğim bir zemin inşa etmek önemliydi. Çok açılmamak, boğulabileceğim bir yerlere gitmemek ve çalışabileceğim bir zeminde kalmak bence dürtüsel olarak geri planda belirleyici oldu. Bir taraftan 3’ler esprisi de benim kimliğimde ve tarihimde var. Biz 3 kız, 3 erkek olmak üzere 6 kardeşiz. Dolayısıyla tekrar bir “trio” yaparsam bu kez 3’lü “kadın” olur. Burası benim dertli olduğum bir alan ve onun şifalanabileceği yer de üretim alanı. Aslında bu da belirleyici bir faktör. Kısacası o üçgen spontane bir şekilde kuruldu kurulmasına ama arkasından 5-10 yıl sonra baktığımda ardında bilinç dışı veya öz yaşam öyküsel dinamikler olduğunu görebilmek mümkün.
İzleyicinin nasıl bir okuma yaptığından veya yapabileceğinden bağımsız olarak, performansın referanslardan bahseden misiniz?
Bedirhan Dehmen: Birden fazla referanstan bahsedebilirim. Alevi-Bektaşiliğin daha batıni öğretisinden söz edebiliriz burada; vahdet-i vücut, vahdet-i mevcut, devriye, çoklukta birlik…
Judith Butler’ın “Kırılgan Yaşam” kitabı çok merkezi bu eserin yaratım sürecinde. Yas süreci ve “kimin yası tutulur” sorusu üzerinden düşünülebilecek meseleler önemli referanslar. Şule Gürbüz bir söyleşisinde yas ile ilgili “dil nasıl giden dişin yerini yoklar, giden dişi arar ama bulamaz, hatırlama da benzer bir süreç” demişti. Hatırlamak için sürekli oraya gidiyorsun ama aradığın şey aslında yokluk… Bruce Lee’nin “oynamamayı oynamak, oynamayı oynamamak” diye adlandırdığı hâl de bayağı kurucu bir unsur eserde. Bir yandan da kullandığımız müziklerin kendisi, bir araya geldiğimizdeki ruh halimizin kendisinden belirleyiciliğinde şekilleniyor pek çok şey.
Tüm bunların yanı sıra Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülme biçimi de o dönem bizim canımızı çok yaktı…Bu bizim için belirleyici bir semptom yarattı. Arka planda bir yerlerde çok az konuştuğumuz süreçler yaşadığımız, her şeyin çok duygu yoğun geçtiği bir dönemde Ali İsmail’in hikâyesi bizde yankılandı. Eser kendi öz kayıplarımızla bizi yüzleşmeye davet ediyor ve bunu çok dürüst buluyorum. Hikaye başka birinin kaybına sözcülük etmektense, onun tecrübesinden doğru, kendi tecrübemize kanalize olmaya, oraya yönelmemize vesile oldu. Dolayısıyla içindekilerle çok göbekten bağlı…
Son olarak insanlar “Biz”den neyle çıksın istersiniz?
Cem Yıldız: Benim yaşadığımı, o ruhani hissi, kendinde kalma halini yaşayıp öyle çıksınlar.
Kerem Çetinel: Uzun süredir görmedikleri bir dostlarını arayıp, onlara sarılma özlemiyle çıkmalarını isterim.
Canberk Yıldız: Biz kendimize dair bir şey paylaşıyoruz. İzleyenler de kendilerine dair ufacık bir şey bile alıyorsa veya hissediyorsa, bu yeter…
Bedirhan Dehmen: Hem kendisine, olduğu kişiye yakınlaşmasını, hem de kendisi dışındaki varoluşla yakınlık kurmasını isterim.