Published in  
LONGINES Sunar
 on  
December 16, 2025

Delal Arya'ya sorduk: ORADA SAAT KAÇ

Arkeolog kimliği ile tarihi, mimariyi, yazar kimliği ile hayal gücünü ve macerayı birlikte yolculuklara çıkartan Delâl Arya’nın yeni kitabı “Kuzey Kıyısı Gizemleri” raflarda yerini aldı. Bu vesileyle, tüm kitaplarını çok sevdiğimiz yazarın dünyanın soğuk ve gizemli bir noktasındaki, Minnesota’daki yaşamına, romanlarını yazdığı masasına, ikiz çocuklarıyla eğlendiği gölüne konuk olduk.
Tarih
16/12/25

Delal Arya'ya sorduk: ORADA SAAT KAÇ

Arkeolog kimliği ile tarihi, mimariyi, yazar kimliği ile hayal gücünü ve macerayı birlikte yolculuklara çıkartan Delâl Arya’nın yeni kitabı “Kuzey Kıyısı Gizemleri” raflarda yerini aldı. Bu vesileyle, tüm kitaplarını çok sevdiğimiz yazarın dünyanın soğuk ve gizemli bir noktasındaki, Minnesota’daki yaşamına, romanlarını yazdığı masasına, ikiz çocuklarıyla eğlendiği gölüne konuk olduk.

Tarih
16/12/25

Delal Arya'ya sorduk: ORADA SAAT KAÇ

Arkeolog kimliği ile tarihi, mimariyi, yazar kimliği ile hayal gücünü ve macerayı birlikte yolculuklara çıkartan Delâl Arya’nın yeni kitabı “Kuzey Kıyısı Gizemleri” raflarda yerini aldı. Bu vesileyle, tüm kitaplarını çok sevdiğimiz yazarın dünyanın soğuk ve gizemli bir noktasındaki, Minnesota’daki yaşamına, romanlarını yazdığı masasına, ikiz çocuklarıyla eğlendiği gölüne konuk olduk.

Çocuk kitapları okumanın sağaltıcı bir yanı var. Yeniden çocuk olabilmenin büyülü yolu çocuk kitapları. Özellikle de iyi bir hayalgücünün, iyi bir kalemin ürünüyse o kitap, resmen başka bir dünyaya açılan bir portala dönüşür, yaşınız kaç olursa olsun. Delâl Arya’nın kitaplarında ise bambaşka bir şey var. Hem o zaman portalı, hem macera hem de çok iyi tanıdığımız yerlerin hiç düşünmediğimiz büyülerle dolu halleri. 

Arkeolog kimliği ile tarihi, mimariyi, yazar kimliği ile hayal gücünü ve macerayı birlikte yolculuklara çıkartan Delâl Arya’nın yeni kitabı “Kuzey Kıyısı Gizemleri” raflarda yerini aldı. Bu vesileyle, tüm kitaplarını çok sevdiğimiz yazarın dünyanın soğuk ve gizemli bir noktasındaki, Minnesota’daki yaşamına, romanlarını yazdığı masasına, ikiz çocuklarıyla eğlendiği gölüne konuk olduk. Bu sohbeti okurken dikkatli olun! Onun anlatımı öyle canlı ki; her an kendinizi Minnesota’ya tek yön bilet alırken bulabilirsiniz! 

Şu anda bu soruları cevaplarken orada saat kaç?

Öğlen 12. 

Bir günün nasıl geçiyor?

Sabah çocukları okula götürüyorum. Yerlilerin dilinde Gülen Su anlamına gelen Minnehaha Deresi’nin yanından kıvrılarak giden bir yoldan geçiyoruz. Bazen okuldan önce gene derenin kenarındaki kütüphaneye uğrayıp önceden ısmarladığımız kitaplarımızı alıyoruz. Onları okula bıraktıktan sonra hava güzelse (ki burada havanın güzel olması mucize gibi bir şey, çünkü Minnesota gezegenin en soğuk, en karlı yerlerinden biri) biraz yürüyorum. Saat 10 gibi çalışmaya başlıyorum. Göz açıp kapayıncaya kadar saat 14:00 oluyor. O kadar hızlı geçiyor ki zaman, inanamıyorum. Şu kadar yazacağım diye bir kuralım yok. Bazı günler o dört saat içinde dört beş sayfa yazıyorum. Bazı günler sadece evvelki gün yazdığım sayfaları düzelterek geçiyor. 

Her halükarda dört saat için kitabımın içinde olmak bana hayat veren şey. Hayal gücü! Aklıma gelen her yeni fikirde, kahramanlarımın önüne attığım her ipucunda, onların karşısına çıkan her yolda kendimi daha canlı hissediyorum. Jack London yaşadığı maceraları hikayeleştirmişti. Ben hayal dünyamda arkeolojik kazılar yapıp bulduğum o göz alıcı eserleri hikayeleştirmeyi seviyorum. Oralarda bir yerlerde gizlenmiş yeni kahramanlarla tanışıyorum. Onların alışkanlıklarını, yeteneklerini, konuşma tarzlarını inceliyorum. Biraz fıttırıklık olduğunun farkındayım bunun ama hayal dünyamla gerçek dünya arasındaki o ince tülün desenleri arasından bakmayı çocukluğumdan beri seviyorum ve bence bu da bir macera. 

Çocuk kitapları okumanın sağaltıcı bir yanı var. Yeniden çocuk olabilmenin büyülü yolu çocuk kitapları. Özellikle de iyi bir hayalgücünün, iyi bir kalemin ürünüyse o kitap, resmen başka bir dünyaya açılan bir portala dönüşür, yaşınız kaç olursa olsun. Delâl Arya’nın kitaplarında ise bambaşka bir şey var. Hem o zaman portalı, hem macera hem de çok iyi tanıdığımız yerlerin hiç düşünmediğimiz büyülerle dolu halleri. 

Arkeolog kimliği ile tarihi, mimariyi, yazar kimliği ile hayal gücünü ve macerayı birlikte yolculuklara çıkartan Delâl Arya’nın yeni kitabı “Kuzey Kıyısı Gizemleri” raflarda yerini aldı. Bu vesileyle, tüm kitaplarını çok sevdiğimiz yazarın dünyanın soğuk ve gizemli bir noktasındaki, Minnesota’daki yaşamına, romanlarını yazdığı masasına, ikiz çocuklarıyla eğlendiği gölüne konuk olduk. Bu sohbeti okurken dikkatli olun! Onun anlatımı öyle canlı ki; her an kendinizi Minnesota’ya tek yön bilet alırken bulabilirsiniz! 

Longines Spirit Zulu Time

Şu anda bu soruları cevaplarken orada saat kaç?

Öğlen 12. 

Bir günün nasıl geçiyor?

Sabah çocukları okula götürüyorum. Yerlilerin dilinde Gülen Su anlamına gelen Minnehaha Deresi’nin yanından kıvrılarak giden bir yoldan geçiyoruz. Bazen okuldan önce gene derenin kenarındaki kütüphaneye uğrayıp önceden ısmarladığımız kitaplarımızı alıyoruz. Onları okula bıraktıktan sonra hava güzelse (ki burada havanın güzel olması mucize gibi bir şey, çünkü Minnesota gezegenin en soğuk, en karlı yerlerinden biri) biraz yürüyorum. Saat 10 gibi çalışmaya başlıyorum. Göz açıp kapayıncaya kadar saat 14:00 oluyor. O kadar hızlı geçiyor ki zaman, inanamıyorum. Şu kadar yazacağım diye bir kuralım yok. Bazı günler o dört saat içinde dört beş sayfa yazıyorum. Bazı günler sadece evvelki gün yazdığım sayfaları düzelterek geçiyor. 

Her halükarda dört saat için kitabımın içinde olmak bana hayat veren şey. Hayal gücü! Aklıma gelen her yeni fikirde, kahramanlarımın önüne attığım her ipucunda, onların karşısına çıkan her yolda kendimi daha canlı hissediyorum. Jack London yaşadığı maceraları hikayeleştirmişti. Ben hayal dünyamda arkeolojik kazılar yapıp bulduğum o göz alıcı eserleri hikayeleştirmeyi seviyorum. Oralarda bir yerlerde gizlenmiş yeni kahramanlarla tanışıyorum. Onların alışkanlıklarını, yeteneklerini, konuşma tarzlarını inceliyorum. Biraz fıttırıklık olduğunun farkındayım bunun ama hayal dünyamla gerçek dünya arasındaki o ince tülün desenleri arasından bakmayı çocukluğumdan beri seviyorum ve bence bu da bir macera. 

Ne kadar süredir orada yaşıyorsun?

Son on yıldır burada yaşıyorum. Burası benim kendi hayal dünyamın jeolojisini, lav katmanlarını ve buzullarını da şekillendirdi. Gölün üzerinde ağır ağır ilerleyen devasa gemi silüetlerinin, tıpkı milyarlarca yıl öncesinden kalan kayalıklar gibi, zamanı aşan birer görüntüsü olduğunu hissediyorum. Tüten, buzlarla kaplı gölün sularını yararak gelen üç futbol sahası büyüklüğündeki Tregurtha, James L. Oberstar, Indiana Harbor, Mesabi Miner gemileri ve diğerleri… Superior’un en büyük limanı Duluth’a girip çıkan bu gemilerin isimleri büyü sözcükleri gibi zihnime kazındı. En son 90’larda demir cevheri almak için gemisiyle okyanustan girip Hudson Nehri’ni takip ederek Duluth limanına gelen babamı düşünüyorum. Her geçişlerinde onları selamlamadan edemiyorum. Çünkü onlar da bu kadim suyun içinde geçmişin ve bugünün ruhlarını taşımaya devam ediyorlar.

Minnesota’ya nasıl taşındın?

Ablam Minnesota’da yaşıyordu ve lisedeyken yazları onun yanına gelir, geyiklerin, dağ aslanlarının yaşadığı ormanlarda dolaşır, kütüphanelerde vakit geçirirdim. Amerikan filmlerine özgü -otobanda lastiğin patlaması, gece yarısı telefon bulmak için ne idüğü belirsiz barlara girmek, ıssızlığın ortasındaki çiftlik evlerinin kapısını çalmak gibi- maceralar yaşar, Fargo filminin çekildiği yerlerde olmanın verdiği “her an her şey olabilir” hissiyle dolup taşardım. 

Sonra ikiz çocuklarım Minnesota’da doğdu ve eşim Minnesota’nın aslında dünyaca ünlü olan, hatta Praire Home Companion adında bir filme bile konu olan halk radyosunda çalışmaya başladı. Biz de kalmaya karar verdik. 

Orada yaşamak yazar kimliğini nasıl etkiledi?

Kitap yazmamı artık engellemiyor. Hem göçmenlik hem çocuklarla ilgilenmek hem de kitap yazmak çocuklar küçükken zordu. Bir sürü sorunla baş etmek gerekiyordu. Böyle bir durumda hayal gücün uzun zaman donup kalıyor. Yazamaz oluyorsun, hikâye kuramaz oluyorsun. Kim olduğunu bile unutuyorsun. Ama ben buraya biraz daha alışıp çocuklar büyüyünce, okula başlayıp yeni arkadaşlıklar kurduklarında (belki onların da alıştığını görünce) yazar kimliğim geri geldi. Eski hızıma ve gücüme dönebildim. Ama tabii ki Türkiye’den uzakta olmak, okullara gidip çocuklarla sohbet edememek, fuarlarda kitaplarımı imzalayamamak yazar kimliğimin yarısından mahrum kalmak demek. İleride daha çok zaman Türkiye’de kalabilmeyi ve bunu geri kazanmayı umut ediyorum. 

Minnesota’ya dair en çok neleri seviyorsun?

Soğuğu ve kışı sevmesem de geçen sene -40 derecede Superior Gölü’nün kenarındaydım. Bilmiyorum belki göl kenarı – 60’tı. Gölün o kadar kutsal bir görüntüsü vardı ki. Sularının bir kısmı donmuştu ve geri kalan kısmı dışarıdaki soğukla temas edince buharlaştığı için sanki tütüyor gibi görünüyordu. Açıkta kalan yerlerini bıçak gibi kesen o soğuğun içinde tüten gölün görüntüsünü dünyanın başka bir yerinde göremeyeceğimi biliyorum. Bu tür taraflarını seviyorum Mni Sóta Makoce’nin. Dünya kendi kendini yaratırken oluşmuş kara parçalarından biri. Çok eski, çok kadim, çok büyülü. Yüzüklerin Efendisi’nden fırlamış bir sahne gibi. Onun dilini konuşsam bana dünyanın bütün sırlarını anlatabilirmiş gibi geliyor. Bu toprakların yerlilere ait olan taraflarını seviyorum bu yüzden. Ojibwe’lerin verdiği isimlerini, onların inancına göre derelerin içindeki midyelerin içlerinde küçük ruhlar taşımasını, anaerkil kültürünü, kızların karda çıplak ayak koşmasını, atlarla konuşmasını ve bir saniye olsun atlarından ayrılmamasını. Bu coğrafyanın yerlileri ruhlarını toprakla, suyla, havayla paylaşıyor. Minnesota’ya onların gözünden baktığımda ben de sadece büyülü bir dünya görüyorum. 

Amerika’da son senelerde yaşanan olaylar yabancılara karşı bir kesimin çok da misafirperver olmaması sizi etkiledi mi hiç?

Bence o kesim hiçbir zaman misafirperver değildi, bu olaylar sadece bahaneleri oldu. Biz etkilenmedik. Çünkü göçmenlere karşı sıcak olan, liberal ve herkesi olduğu gibi kabul eden Minneapolis ve St. Paul balonunun içinde yaşıyoruz. Buranın dışında hayat daha farklı olabilirdi bizim için. Ama Minnesota’nın başka bir yerinde yaşamadık. 

Mevsimin senin alışık olduğundan çok farklı olması nasıl etkiliyor hayatını?

Eskiden güneş olmadan yaşayamam derdim. Büyük konuşmamak gerekirmiş. Burada kıştan bol bir şey yok! Hatta iki farklı kış var. Biri çok soğuk ve güneşli, diğeri az soğuk ve karlı. Ben güneşli ve buzlu olanı seviyorum. Karlı bir dünyada yaşamanın çok derdi var. Daha önceki evimizde camlar buz tutardı. Büyüleyici desenler olurdu sabah kalktığımda. Sonra evin duvarlarının içi de buz tutmaya başlamıştı. Felaket! Mesela sıradan bir kış sabahı benim için kâbus demek. Sabah önce arabanın üstündeki karları temizliyorum. Sonra sıra camlardaki buzları kazımaya geliyor. Bir zaman sonra parmak uçlarım donuyor.Bu sırada çocuklar da evin önündeki karları kürüyorlar. Bu arada hava en iyi ihmalle -20 derece. Hepimizin üstünde kar tulumları, kar botları var. Hadi temizleme işi bitti diyelim. Yola düşüyoruz bu sefer. Ama arabam ısınmamış oluyor. Yol boyunca direksiyonu tutarken ellerimi yumruk yapıyorum ki parmak uçlarım donmasın. Bir de dört çeker araba lazım, yoksa yollar buz pateni pisti gibi. 

İstanbul’dayken kalabalıkların içinde kaybolurdum. Vapurlar, otobüsler, dolmuşlar, çarşılar ve pazarlar… İstediğim her yere gidebilmenin her şeyi yiyebilmenin verdiği o tadına doyulmaz özgürlüğün içinde yaşıyordum. Her türlü kelimeyi duyabilir, sinemadan çıkıp filmi düşünerek saatlerce yürüyebilirdim. Minnesota’da toplu taşıma yok gibi bir şey. Olsa bile o soğukta otobüs bekleyemezsin. Yürüyüş yapmak istiyorsan göllerin, derelerin etrafındaki yürüyüş yollarına çıkacaksın. Sokakta da yürüyebilirsin ama bunu genelde senin dışında sadece öteki göçmenler yapıyor…

Peki yemek kültürü nasıl?

İstediğin şeyleri yiyebileceğin bir mutfak kültürü yok. Burger, biftek, pizza veya sağlıklı diye pazarlanan tatsız tuhaf kinoalı pilavlar. Canım istedi İnci’ye profiterol yemeye gittim, canım istedi Çiya’ya lahmacun yemeye gittim gibi bir lüks maalesef yok burada. Yemeyi sevdiğim tek bir şey söyleyebilirim; o da Kanada sınırındaki Grand Marais adında, İskandinav göçmenler tarafından kurulmuş balıkçı kasabasının neredeyse tek lokantası Angry Trout’ta Superior Gölü manzarasına bakarak alabalık yemek. Ama oraya ulaşmak arabayla dört saat sürüyor. Veya yazın Ojibwe kamplarında mısır, yabani pirinç ve alabalık yemek. 

Kışı ve soğuğu sevmiyorum. Sadece zorunlu olduğum için ayak uyduruyorum. Ama çocuklarım seviyor. Kayak yapmayı, karla oynamayı, buz tepelerine tırmanmayı altlarını kazıp mağaralar inşa etmeyi seviyorlar. 

Delal Arya

Hikayelerinde hep Türkiye’nin olması İstanbul’un olması özleminden mi kaynaklanıyor?

İstanbul’da yaşarken de İstanbul’a özlem duyanlardandım ben. Hep daha eskisini merak ederdim. Kitaplarımı yazarken bu merakımı da doyuruyorum. Kahramanlarım Balat’ın arka sokaklarında dolaşır, Eyüp’ün mahallelerinde gizli yerleri bulur, Kurtuluş’un yıkılıp gitmiş sinemalarını ararken ben de onların gözleriyle şehri yeniden keşfediyordum. Kitaplardan, belgesellerden, bilgi almak için sorular sorduğum insanlardan yepyeni bilgiler ediniyordum. Gözcü Kulesinde’yi yazarken bu merakımı öyle doyurdum ki herhalde bir süre İstanbul’a uğramam diyorum. Şimdi bile eski İstanbul festivallerini sayabilir, eski Apollon tapınaklarının yerlerini haritada gösterebilirim. 

İstanbul bir mücevher kutusu. Sedefli kapağını açtığınızda her biri bambaşka hikâyeler barındıran ihtişamlı bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Bu şehir her zaman bir gizemin parçası olmuş gibi görünüyor ve bu yüzden hep iştahımı kabartıyor. 

Kuzeyde nasıl gizemler var?

Kuzey Kıyısı Gizemleri’nin geçtiği Superior Gölü ve kuzeyine doğru uzanan kıyılar, tütsü kokulu, dondurucu soğuk ve sis düdüklerinin yankılandığı yerlerdir. Yük gemileri gölün yüzeyini kaplamış buz kütlelerini yara yara ilerler, deniz fenerlerinin ışıkları karanlık suların üzerinde titreşir ve şelaleler donarak azametli birer kış şatosu görünümüne bürünür. Bu kıyıların gölden yükselen dumanlar, bahçelerde dolaşan geyikler, odun ateşleri, gaz lambaları, kar fırtınalarıyla halihazırda çocuk kitaplarına konu olsun diye yaratılmış bir hali vardır. 

Kitabımda yazdıklarımın dışında ufak bir bilgi vermek gerekirse; Superior Gölü, Kanada ve Amerika’nın Minnesota eyaleti sınırında yer alıyor. Büyük Göller’in en büyüğü ve en kuzeyde olanı. Ama rakamların ötesinde o, kitabımın baş kahramanı (ve belki de bu dünyanın baş kahramanlarından biri) etrafında yaşayan insanlar için bir yaşam kaynağı, dünyanın ilk günlerinden beri tarihi kaydeden bir varlık. 

Bölgenin yerlileri olan Ojibwe halkı ona “Büyük Su” anlamına gelen Gitçigami diyor. Onlar için bu devasa su kütlesi, hayatın özü. Yüzyıllardır balıklarıyla, çevresindeki yabani pirinç tarlalarıyla, av hayvanlarıyla onları besliyor; koruyor, seviyor, geçmişi hatırlatıyor. Gitçigami bir anne. Etrafında yaşayanların hem karnını hem ruhunu doyuran, kim olduklarını onlara fısıldayan bir canlı.

Daha önce bir coğrafyayla böyle bir bağ kurulduğunu görmemiştim. Bir insanın kendini, yaşadığı büyük suyun bir parçası olarak hissetmesi; onunla konuşması, kışın kıyıları buz tuttuğunda kızgın kömürlerle üzerinde yürüyüp balıkları çağırması, yazın kanolarla kıyılarında dolaşıp yabani pirinç toplaması, suyun içindeki midyelerin atalarının ruhları olduğuna inanması… Bunlar bana hep mitlerde karşılaşacağımız türden sahneler gibi gelirdi. Ama Gitçigami, Ojibwe’ler için hâlâ yaşayan bir gelenek, doğayla kurdukları ilişkinin özü.
Bizse marketlerin soğuk dolaplarında poşetlenmiş yiyecekler arasında, bu bağı çoktan kaybettik. 

Superior’un kayalıkları yaklaşık 1 trilyon yıl önce, dünyanın oluşumuyla birlikte meydana gelmiş. Bir zamanlar Kuzey Amerika kıtası tam bu noktada ikiye ayrılacakken duraksayıvermiş. Aradaki su tabakası ise okyanusa dönüşecekken göl olarak kalmış. Her yer 1 trilyon önce oluşmuş kırıklarla dolu. O kayaçlara dokunduğunuzda, neredeyse gezegenin kalp atışlarını hissediyorsunuz. Ama Superior/Gitçigami yalnızca doğanın değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin yükselişinin de sessiz tanığı. Endüstri devrimiyle birlikte demir cevheri, kömür ve tahıl taşıyan gemiler bu gölde seferlere başlamış; bugüne kadar da dünya ekonominin ve ulaşımın can damarı olmayı sürdürmüş.

Dünyaya dair senin merak ettiğin hep ilgini çeken gizemler neler?

Eskiye ait gizemleri hayal etmek benim için nefes almak gibi. Unutulmuş kelimeler, uzun zaman öncesinden kalma objeler, fosilleşmiş ormanlar, mağara duvarlarına çizilmiş ilk insanların resimleri, üzerine semboller kazınmış deniz kabukları… Bunların hepsi bana sanki içlerinde başka bir şey, bir hikâye, bir sır, belki de bir güç saklıyormuş gibi gelir. Onlara dokunduğumda bunu hissedebileceğime, dikkatle dinlersem daha önce kimsenin duymadığı bir sesi duyabileceğime inanırım.

Küçükken babam bana, çocukluğunun geçtiği köyün yakınlarındaki bir höyükte bulduğu, ortası delik bir taş vermişti. Muhtemelen binlerce yıl önce insanların yün eğirmek için kullandıkları bir ağırşaktı. Bir gün beni üzeri çimlerle kaplı bir gölün kıyısına götürmüş, suyun altına inen eski taş merdivenleri göstermişti. Orada yaşayanlar, geceleri gölün dibinden kanatlı bir atın yükseldiğini anlatırlardı. Muhtemelen eskiye ve bilinmeyene duyduğum merak, o an başlamıştı. O merdivenli gölün kıyısında elimdeki ortası delik taşla. 

O yüzden kitaplarımda hep bu duygunun peşinden gidiyorum. Fosiller (Pera Günlükleri’ndeki Lusin’in üç başlı yılan fosili gibi) ya da Büyükada’daki ahşap yetimhane gibi unutulmuş yapılar… Taş Devri’nden kalma yemek tarifleri, Kapalıçarşı’nın derinliklerinde birkaç kişinin bildiği eski bir dükkân, rüyaların içinde gizlenen mavi lambalı bir otel, Homeros’un dizelerinin arasında saklı kadim sırlar… Ve son kitabım Kuzey Kıyısı Gizemleri’nde doğayı koruyan mamutlar ve doğayla iletişim kurmaya yarayan kemikten şaman düdükleri. Tüm bu hikâyelerde geçmişle bugün, gerçeklikle hayal iç içe geçiyor. Hepsi bir şekilde gizemlerin tadını aldığım Kavuman köyünün kenarındaki üzeri çimlerle kaplı o esrarengiz göle dayanıyor ve ben zamanın derinliklerinde yankılanan o sesi hâlâ duymaya çalışıyorum.

Kuzey Kıyısı Gizemleri, Delal Arya, Can Yayınları, 2025

Bu kitapta bizi neler bekliyor?

Kuzey Kıyısı Gizemleri dünyanın en soğuk yerlerinden biri olan büyük Superior Gölü’nün kıyısında geçiyor. Radyo yayını yapan Ani adındaki bir kız çocuğu, limana giren büyük göl gemileri, deniz fenerleri ve kutup fırtınalarıyla alakalı bir kitap bu. Kitap Buz Devri’nden kalma sırlar, şamanik büyüler eşliğinde Ani ve arkadaşlarının ekosistemi tehdit eden bir biyoteknoloji şirketine karşı durma çabalarını anlatıyor.

Ani, kitabın başında buz kalıplarının arasında sörf yapmayı seven uçuk kaçık babası ve Eskimo köpeğiyle birlikte Duluth’ta A şeklinde bir kulübede yaşıyor. Duluth büyük demir ocaklarının olduğu bir maden şehri olarak kurulmuş. Devasa göl gemilerinin girip çıktığı bir limanı, 1900’ler için teknoloji harikası sayılabilecek iner kalkar bir köprüsü var. Fakat zamanla madenler kapanmış ve gemiler hala limana girip çıksa da şehir köhnemiş. Bir gün deniz fenerinde karşılaştığı esrarengiz bir çocuk ona Buz Devri’nden kalma kemik bir düdük veriyor. O günden sonra her şey değişiyor. Önce bir kutup fırtınası tüm şehri ele geçiriyor ve gölü kirleten bir biyoteknoloji firmasını protesto eden halk kasabalardan birinde mahsur kalıyor. Şehri ve mahsur kalanları kurtarmak, gölü kirletenlere karşı koymak ve kemik düdüğün sırrını çözmek de Ani ve arkadaşlarına kalıyor. 

Soğuğun insanı rahatlatan bir tarafı var. Yanında battaniyeleri, kalın kazakları, çayları ve kitaplarıyla birlikte geliyor. Kuzey Kıyısı Gizemleri en çok bunu vaat ediyor: Bu, soğuk bir akşamda battaniyenin altına girip okuyacağınız türde bir kitap. Size o zevki vermeyi garanti eden bir macera. 

Yaşadığın yerin soğuk günleri bu kitaba nasıl yansıdı?

Hiç abartmadım. Neyse onu yazdım. Çünkü ben sevgili Mni Sóta Makoce’mizde (Dakota dilinde “Gökyüzünün Suya Yansıdığı Topraklar” anlamına geliyor ve sonradan Minnesota’ya evrilmiş) on saniye içinde açıkta kalan yerlerimde yaralar açan kutup rüzgarları gördüm. Kirpiklerim buzlanıp birbirine yapıştı. Donmuş ellerimi ısıtmak için saatler harcadım. Bazen güneş ışınlarının havadaki buzlardan yansıdığını görebiliyorum ve işte o zaman nefes almak bile zor oluyor. 

Ama aynı zamanda -40 derecelerde buzun üstünde hokey oynayan çocuklarımı da izledim. Kar değil, buz yağarken ve o rüzgârda yüzümüze iğne gibi saplanırken onların mendireğin ucundaki deniz fenerine koştuklarını da gördüm. Turbo motor gücünde kar küreyip ateş yakmak için odun taşıdıklarını da. Kar tepelerinin ardında büyük kar topu savaşlarına da şahit oldum, donmuş gölün üstündeki küçük bir delikten sarkıttıkları oltalarıyla saatlerce balık yakalamak için bekledilerine de. 

Çocuklar eğlenmeyi sever derler. Ama son yıllarda çocuklar eğlenceyi ekranlarda arıyor. Sosyal medyanın, video oyunlarının ve şekerlerin içindeler. Bu yüzden onların buz gibi havada hayatta kalmayı bırakın, buz gibi bir dalgayla ıslandıklarında kahkahalar atmaları, bana umut veriyor. Hala vahşi bir tarafları olduğunu, onların aslında şehirlere değil, yabani hayata yakın yaratıkları olduğunu bana yeniden hatırlatıyor. 

İşte Kuzey Kıyısı Gizemleri’ni bu yüzden yazdım. Dünyanın bu tarafındaki çocukların dışarıda, soğukta yaşadığı maceralar günümüz çocuklarına ilham versin, iştahlarını kabartsın diye. Büyük maceraların bir evin sıcaklığında değil, dondurucu soğukta kurtların uluduğu bir ormanın kalbinde başladığını hatırlayalım diye.  

Çok uzakta olsanız bile çocuklarının Türkiye’ye dair mutlaka bilmesini hatırlamasını öğrenmesini istediğin ve bunun için çaba gösterdiğin şeyler neler?

Türkiye’de de bir hayat kurabilecek bilgiye sahip olsunlar, bu konuda kendilerine güvensinler isterim. Amerika’da hayat ne getirir bilinmez. Türkiye’yi de kendi evleri olarak görsünler ki gerekirse gönül rahatlığıyla orada yaşayabilsinler. O yüzden her yaz onları Türkiye’ye götürmeye çalışıyorum. Her ortama sokuyorum. Hatta bu yaz küçük bir kafede garsonluk bile yaptılar. Profiterolünden ciğerine her yemeği tattırıyorum. Her yaz biraz biraz bir daha onları kimsenin götürmeyeceği yerlere götürüyorum. Aya Yorgi tepesi, Knidos feneri, Pera Palas… Tur rehberi gibi anlatıyorum da anlatıyorum. Benden bıkmış olabilirler ama bu beni durdurur mu? Nereden geldiklerini bilmeleri çok önemli. 

Aileden uzakta çocuk yetiştirmekle ilgili ne söylemek istersin bunun artıları ve eksileri neler?

Neredeyse hiç artısı yok gibi bir şey. Onlar bebekken aileler çok karışmasın istersin. Çünkü bunalmışsındır. Ama onlar büyüyünce, kendi hayatlarını kurmaya başladıklarında bazı taşların eksik olduğunu görüyorsun. Bu eksikleri sen de elinden geldiğince doldurmaya çalışmışsın, onlar da denemiş. Ama olmuyor. Anneanne, dede, babaanne ve kuzenler… Bunlar çok önemli. Çocuklar hep bana diyorlar. Herkes evini satsın, buraya gelsin. Birlikte kocaman bir evde yaşayalım. Aynı fikirdeyim. Çocukların büyümesi için büyük aileler lazım. Dedeyle geçirilen o tatlı anlar çok değerli. İçeriden anneannenin yemeğinin kokularını duymak, onunla sudoku çözmek. Çocuk sadece büyümüyor, aynı zamanda anılar da biriktiriyor. Bu anılar sayesinde adam/kadın oluyor. Aile bu anıları zenginleştiren şey.

Şu an dünyanın herhangi bir yerinde yaşama şansın olsa nereyi seçerdin?

Ege’de bir adayı seçerdim. Rodos gibi taş bir şehir de olabilir, Gökçeada gibi rüzgarlı bir ada da. Ama Ege olmalı. Poseidon’un bana bir sözü var. 

Fargo

Oraya gelecek olan kişiler neleri mutlaka yapmalı, neyi deneyimlemeli, nereleri görmeli, ne yemeli?

Minnesota’nın iki büyük şehri var. Biri bizim yaşadığımız Minneapolis, öteki ise St. Paul. Benim sevdiğim türde eski şeyler daha çok St. Paul bölgesinde bulunuyor. 19’uncu yüzyılın sonlarındaki Yaldızlı Dönem denilen ekonomik büyüme, sanayileşme ve zenginliğin ön plana çıktığı dönemden kalma malikaneleri (Bunların arasında en büyüğü Red Kit’ten bildiğimiz o şişko demiryolları kurucusu adamın gerçek hayattaki karşılığı olan James J. Hill’in büyük malikanesi) bu şehirde görmek ve o dönemin izlerini takip etmek mümkün. 

Her ne kadar dayanması zor olsa da Minnesota’nın karakteri kış ve burayı da kışın keşfetmek güzel. Duluth’a giren üzerleri buzlarla kaplı büyük gemileri görmek, Superior Gölü’nün kuzey kıyısı boyunca uzanan buz tutmuş şelalelere dokunmak, geceleri kuzey ışıklarını seyretmek, Two Harbors ve Grand Marais gibi İskandinav göçmenlerin kurduğu eski balıkçı kasabalarında konaklamak ve Superior’da tutulmuş balıkları yemek bence hiçbir şeye benzemeyen deneyimler. Grand Marais’e kadar giden olursa Angry Trout’ta kendilerine alabalık ısmarlasınlar. (Gidenler çok biliyorum. Türkiye’den gelen gençler arasında bu küçük Viking lokantasında garsonluk yapmak oldukça popüler.)

Kışın gelenler mutlaka buzda balık tutmalılar. Hatta bunun şampiyonasına bile katılabilirler. Her sene Şubat ayında Brainerd’daki Gull Lake’te büyük bir balık tutma turnuvası düzenleniyor. Katılanlar safkan Minnesotalı; yani ekoseli gömlekler, kamuflaj kıyafetler, berelerinin üstüne geyik kafası geçirenler, kızıl sakallar… Ama eğer cesursanız kışın donarak arabalar ve tırlar için buz otobanına dönüşen Minnesota ve Kanada arasındaki Lake of the Woods’u görmeye gidebilirsiniz. Yol her zaman açık değil ama kenarındaki küçük tekerlekli evler görmeye değer. Minnesotalılar kışın bunları getirip gölün üzerine koyuyorlar. Altlarındaki deliklerden buzu kesip balık tutuyorlar. Bunlardan birinin içine girip haftalarca bira içip balık tutanı da var, böyle göl göl gezeni de. Ama uyarıyorum Fargo bile buradaki hayatın yanında çok tatlı bir aile filmi gibi kalabilir.  

Fargo demişken… Minnesota’nın kuzeyine doğru filmin geçtiği yerleri görebilecekleri bir rota çizilebilir. Bu rotaya Minneapolis (kaçırılan kadının babasının öldürüldüğü otopark), Duluth, Brainerd ve Mississippi Nehri’nin kaynağının olduğu Bemidji şehri eklenebilir. 

Çocuklarının ya da senin orada yaşamasaydınız öğrenemeyeceğiniz, hatta belki dünyanın başka bir yerinde öğrenemeyeceğiniz bir şey var mı?

Dalgalar yükselip yükselip öylece buz tutabiliyorlarmış. Superior Gölü fırtınalı bir su parçası. Dalgalar yirmi metreyi bulabiliyor. Fakat buna bir de -60’ derece rüzgarlar eklenince o dalgalar havada öylece donakalıyorlar ve kışın üzerlerine çıkabileceğiniz buzdan heykellere dönüşüyorlar. Benim içime ürpertiler salsa da çok mitik görüntüleri var. 

Ve bazen donmuş Superior’un üzerinde yürürken aşağıda hareket eden suyun sesini duyuyorum. Kalp atışı gibi. Hayatımda başka bir yerde duymadığım bir ses bu. Kalın buz tabakasının altında hareket eden suyun sesi. Gökyüzü gün doğumu ve gün batımlarında daha önce görmediğim kadar güzel görünüyor. Kuzey ışıklarını andıran pembe ve mavi perdelerle donatılmış gibi. Ben kışın bu renkleri gördüğümde Minnesota kışlık kazaklarını giymiş diyorum. 

Bir de midye kabukları meselesi var. Mississippi’nin kaynağı Minnesota’da. Dolayısıyla burası on binlerce göl ve göllerin arasında akan dereler, çaylar, nehirlerle dolu. Bu su kaynaklarında yetişen yabani pirinç yerlilerin yegâne yaşam kaynağı. Ama bir de kumlu zeminde yaşayan küçük midyeler var. Ojibwe’ler onların içinde atalarının ruhlarının yaşadığına inanıyor. Bu küçük kırılgan yaratıklara bu kadar büyük bir anlam yüklenmesi bana doğayla kurulan bağın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Bu yüzden çocuklarımı olabildiğince çok yerli kamplarına götürüyorum. Onlardan öğrenebildiklerini öğrensinler, hayata bakışları bu gördükleriyle gelişsin diye. Birkaç sene evvel doğa aktivisti Winona La Duke’ün kamyonunda dolaşmış, Seattle’dan gelen kutsal bir heykeli karşılamaya gitmiştik. O günden sonra White Earth Nation’daki yaşlı kadınlar bana kız kardeşim diye hitap etmeye başladılar. Minnesota’nın bana kazandırdığı en büyük değer bu, Beyaz Toprak Kabilesi’nin kadınları tarafından kabul edilmiş olmak. 

Bu soruya cevap olarak Kuzey Kıyısı Gizemleri’nden bir alıntı ekleyebilirim:

‘Yemek sadece karnını doyurmaz, ruhunu da besler,’ derlerdi (Ojibweler). ‘Marketten alınan yiyecekler ruhunu köleleştirir. Ama senin kendi ellerinle topladıkların özgür kılar.’

Yemek onlar için sadece besin değildi. Aynı zamanda ataların ruhuydu. Ojibwe’lere göre yediğimiz her şey, ister kanatlı ister köklü olsun, akrabalarımızdı. Bu yüzden bitki toplarken doğaya teşekkür etmeliydin. Evde yetiştirdiğin bir bitkiyi çocuğun gibi büyütmeli, onunla kardeşin gibi ilgilenmeliydin.

‘Marketteki mısırlar aynıdır. Bütün taneleri birbirine benzer. Ama manoomin (yabani pirinç) öyle değildir. Her tohumu farklıdır. Tıpkı senin gibi, Ani-mike,’ derlerdi.

Bu ismi bana annem vermişti. Ani-mike, Ojibwe dilinde ‘şimşek kuşu’ demekti. Söylenene göre doğduğum gece gök gürlemiş, yıldırımlar çakmıştı.

* Longines Spirit Zulu Time 1925 modeli hakkında daha fazla bilgi edinmek için buraya tıklayabilirsiniz.

*Orada Saat Kaç serimizdeki diğer röportajlara ve Longines hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.