Gökçe Alacadağlı, hızlı konuşması, neşesi, karşısındaki insanları dinleme ve anlama yeteneği ile girdiği her ortamda hemen fark edilen biri. Gerek öğrencilik yıllarında AIESEC sayesinde edindiği çevre, gerek İstanbul’da dans yeteneğini geliştirmek için katıldığı topluluklar, gerekse teknoloji dünyasında özellikle son 10 senede sürdürülebilirlikle ilgili yaptığı çalışmalarla edindiği network, onu “tüm dünyanın kesişme noktası” kılıyor desek abartmış olmayız. Doğru insanları doğru fırsatlarla ve networklerle hemen bağlayan yapısı da, yıllardır çalıştığı Ericsson firmasının sloganının canlı kanlı bir sunuşu gibi: To create connections that make the unimaginable possible (Hayal edilemez olanı mümkün kılan bağlantılar yaratmak). LinkedIn’de “Head of Digital Innovation | Driving AI-Powered Transformation in Cloud Software & Services” başlığı ile bulunduğu pozisyon, onun kimliğinin sadece ufak bir parçası. Hayatı dolu dolu yaşarken bir yandan da saatlere merakı ve aynı anda babalık dahil çok fazla işle meşgul olması nedeni ile “zaman” hayatında sürekli kontrol edilmesi gereken bir kavram oluyor.
Gökçe ile baba olmadan önce taşındığı Stokholm’de toplantıları, podcast kayıtları ve futbol oyunları arasında konuştuk.
Şu an, bu soruları cevaplarken orada saat kaç?
13:47. Bir toplantı arasında yakaladığım kahve aramı bu satırlarla paylaşıyorum.

Stokholm’e nasıl taşındın, ne kadardır orada yaşıyorsun?
Stockholm ile hikayem aslında 2002 yılında başladı. Üniversite yıllarında gönüllüsü olduğum uluslararası öğrenci topluluğu vesilesi ile tanıdığım İskandinavların kültüründen (ve şirketlerinden) çok etkilendim; ve (mümkünse) üniversite sonrasında kariyerime orada başlamak istedim. İlk hedefim Finlandiya idi ama staj fırsatı İsveç’te çıktı. 2002-2009 arası İsveç’te çalıştım, sonra çalıştığım şirketin Türkiye ofisine transfer oldum. Türkiye’de geçen 10 yıl sonrasında çıkan yeni bir iş fırsatı sayesinde 2019 başında İsveç’e taşındık. Yani son durumda yaklaşık 6 yıldır buradayız.
Yaşadığın şehre ait hissediyor musun kendini?
Kesinlikle. Hem İstanbul’da hem Stockholm’de uzun süre yaşayınca fark ettim ki, hangi şehirde olursam olayım diğerini özlemiyorum. Bu, buraya ne kadar ait hissettiğimin göstergesi. Stockholm’ü iyi tanıdığımı düşünsem de hâlâ yeni köşeler keşfediyorum. Türkiye’de alışık olduğumuz metropollere kıyasla küçük ama sürekli farklı deneyimler sunabilmesi beni buraya daha da bağlıyor.
Ailenle birlikte orada olmasaydın ya da Kuzey Avrupa kültürüne aşina olmasaydın yine bu kadar hızlı adapte olur muydun, yaşamak ister miydin?
Stockholm’e seçerek ve bilerek döndük. İsveç dışında farklı ülkelerde iş fırsatım olsa da Stockholm’den ayrılmak istemedim. Döndüğümüzde yakın dostlarım ile tekrar bir araya gelme şansımız da oldu, yani adaptasyon sorunu olmadı hiç.

En sevdiğin yanları neler Stokholm’ün?
En çok doğası. Şehir merkezinde bile beş dakika yürüyüşle kendinizi bir parkta, hatta ormanda bulabiliyorsunuz. Şehir adalar üzerine kurulu, her yerde göl ya da denize ulaşmak mümkün. Tilki, geyik, tavşan, kunduz gibi hayvanlarla günlük hayatta karşılaşmak olağan.
İkinci olarak, İsveç’in “lagom” kültürü sayesinde her şeyin belli bir standardın üstünde olması. Gittiğiniz restoran, içtiğiniz kahve, hizmet… hiçbir zaman “kötüydü” diyemiyorsunuz. Bu standart, insanı aşağı çekmiyor, aksine yaşam kalitesini sürekli yukarıda tutuyor. Üçüncüsü, keşif imkânı. Stockholm’de her zaman yeni bir yer, etkinlik ya da kültürel deneyimi bulabiliyorsunuz. Bu da, şehri dinamik ve ilginç kılıyor. Ve tabii ki güvenlik. Kanunların, sistemin insanı koruyacak şekilde işlemesi bana, eşime ve kızıma büyük bir huzur veriyor.
Alışamadığın yanları neler?
Aslında alışamadığım özel bir şey yok. İsveçlilere sorsanız bile Stockholm’de yaşamla ilgili en çok dile getirilen iki konu var: havanın uzun süre soğuk kalması (Eylül’den Mayıs’a kadar çoğunlukla 15 derecenin altında) ve kışın karanlık dönemin uzun sürmesi. Bazen 15–20 gün boyunca güneşi hiç görmediğiniz oluyor. Ben ise bunlara alıştım. Modu etkileyebiliyor ama hayatın bir parçası olarak görüyorum. Hatta bu dönemleri içe dönmek, sakinleşmek için fırsat gibi yaşıyorum. Sonrasında da o karanlık ve soğuk günlerde ekstra çaba göstererek keyifli sohbetler, güzel buluşmalar yaratmayı seviyorum. Yani zaman zaman depresif olabilse de ben bunu yaşamın doğal parçası olarak kabul ettim.
Bize bir gününün nasıl geçtiğini anlatır mısın?
Küçük çocuğu olan bir aile olarak buradaki hayatımızda rutinler çok ön planda. Sabah kızımızı anaokuluna bırakıyoruz, ben işe gidiyorum, sonra eve dönüp birlikte yemek yapıyoruz, oyun oynuyoruz, günü kapatıyoruz. Hafta içi akşamları bazen dostlarla buluşuyoruz ya da hava güzelse dışarı çıkıyoruz. Yaz–kış gittiğimiz parklar, müzeler ve çocuk alanları var. Özellikle müzeler bizim için bir hobiye dönüştü; hem sergilerini hem çevresindeki doğayı hem de kafelerini seviyoruz. Spor ve dost sohbetleri de günlük hayatımızın doğal parçaları.
Kızın da orada doğdu ve orada büyüyor. Sence bunun kızına katacağı artılar neler?
Aslında buraya dönmemizin en önemli sebebi buydu: çocuğumuzun eşitlikçi bir toplumda büyümesini istedik. Burada herkes aynı mahalle okuluna gidiyor, ekonomik ya da sosyal sınıf farkı çok az hissediliyor. Çocuğumun rekabet baskısı olmadan, kendini herkesle eşit hissettiği bir ortamda büyümesi bizim için çok değerli. Anaokulu evimize yürüyerek 3 dakika, Türkiye’deki ücretlere görece çok düşük bir ücret ödüyoruz. Burası için yakın mesafede 5 - 6 farklı kreş arasından seçim yapma şansımız oldu. Aynı durum okullar için de geçerli; yürüyerek gidilebilen, ücretsiz ve belli bir standardın üzerinde okullar var Stockholm’de. Anadolu lisesinde okumuş bir çocuk olarak Türkiye’de bu olanakların artık olmamasının bilinci ile buraya göçtük.
Bizim için çok önemli bir diğer değer ve öncelik, çocuğumuzun maddi olanakların seviyesine göre izole edilmiş bir fanus içinde değil, mahallesindeki diğer çocuklarla aynı ortamı paylaşarak büyümesi. Bu da eşitlik duygusunu pekiştiriyor. Bizim için en önemli motivasyon, kızımızın daha homojen ve paylaşımcı bir toplumda büyümesi ve bu açıdan buraya taşınma kararımızın ne kadar doğru olduğu konusunda iyi hissediyoruz.
Müdavimi olduğunuz bir cafe/restoran var mı?
Evet, birkaç tane favorimiz var. Şehir merkezinde, Avrupa’da örneklerini görebileceğiniz kapalı yemek pazarlarından birinin içindeki balıkçı Lisa Elmqvist’i çok seviyoruz. Menüde her şey güzel ama biz neredeyse hep fish & chips söylüyoruz; daha iyisini hiç yemedim diyebilirim. Dostlarla uzun ve keyifli yemek sohbetleri için tercih ettiğimiz bir diğer mekan Akkurat. Yüzlerce çeşit bira ve viski seçkisiyle, nitelikli yemekleri ile çok özel bir pub. Stockholm’de fine dining konseptinde birçok restoran var, benim fiyat–performans açısından en beğendiğim yer Animo. Her seferinde farklı bir deneyim sunuyor ve tekrar gitmekten keyif aldığım yerlerin başında geliyor.

Zaman kavramı ile ilgili İsveçlilerin yaklaşımı nasıl? Türkiye’de herkesin geç kalmasının normal olması, İtalyanların hep keyifle yaşaması gibi İsveçlilerin zaman algısına özgü bir şey var mı?
İsveçliler genelde dakik, hatta çoğu zaman erkenden gidip ortama adapte olmayı keyif haline getiren bir alışkanlıkları var. Ben ise tam bir “zaman optimisti” olduğum için, zamanında gitsem bile çoğu kez geciken taraf ben oluyorum. Zaman ve öncelik yönetiminde oldukça disiplinliler. İlk geldiğim dönemde yaşadığım bir anı çok net hatırlıyorum: bir arkadaşım ile sohbetimizin en koyu, benim için duygusal olarak yoğun bir anında, “son otobüsü kaçırmamalıyım” diyerek hızlıca toparlanıp gitmişti. O an benim için kültürel bir şoktu. Sonradan fark ettim ki İsveçlilerin zihinlerinin bir köşesinde her zaman “bir sonraki adım” var; başarılı bir self-organizatör gibiler. Yakın bir İsveçli arkadaşınızla görüşmek için 3–4 hafta sonrasına tarih belirlemek gayet normal, hatta iyimser sayılır. Bu anlamda özellikle Stockholm gibi kozmopolit bir şehirde yaşayan genel kitlenin çok spontane oldukları söylenemez.

Orada yaşamak sana neler öğretti hayata dair, bir ülkenin olması gereken sistemine dair, hayat kalitesine dair?
Burada yaşamak bana öncelikle düzenin ve sistemin insan için nasıl çalışabileceğini öğretti. İsveç’te kanunlar ve kurumlar bireyi korumak, günlük hayatı kolaylaştırmak üzerine kurulmuş. Bu da insana sürekli bir güven duygusu veriyor. Türkiye’de yaşarken bazen hayatta kalabilmek ya da riskleri yönetebilmek için farklı mekanizmalar geliştirmek, dışarıya karşı kalkan kaldırmak zorunda hissedebiliyorsunuz. Burada ise sistemin sizin için çalıştığını bilmek büyük bir rahatlık sağlıyor.
Ayrıca yaşamınızı gerçekten sevdiğiniz aktiviteler ve insanlar üzerine kurma şansınız var. Doğaya, spor ve aktivite alanlarına ulaşmak çok kolay; herkesin en az bir–iki hobiye odaklanabileceği bir altyapı mevcut. Bu da doğal bir sosyal yaşamı beraberinde getiriyor. Hobi ve ilgi alanlarında uzmanlaşmış insanlarla tanıştığınızda, onların tutkusu size de ilham veriyor.

Kendine yeterlilik ise İsveç kültürünün neredeyse temel bir kanunu. Çocuk yetiştirme tarzından eğitime, bireysel yaşamın ekonomik kurgusuna kadar bu anlayış hâkim. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmek zorunda olmayan gençler, market ya da kafelerde çalışıp biriktirdikleri parayla Asya ülkelerinde aylarca kalabiliyor, kendilerini tanıyıp sonraki adımı öyle atabiliyorlar. Stockholm merkezdeki evlerin önemli çoğunluğu bekar yaşayanlara ait; mortgage sistemi bile bu yapıyı destekleyecek şekilde kurulmuş. Bekârken Stockholm’ü “mükemmel yalnızlığın başkenti” diye nitelerdim. Çekirdek aile için de benzer bir perspektifin mümkün olduğunu düşündüğüm ve kendi ayakları üzerinde duran bir çocuk yetiştirmek için doğru ortam olduğuna inandığım için buraya dönmeyi tercih ettim. Bunu da olması gereken sistem ekseninde değerlendirmek mümkün.
İsveçlilerin mütevazılığı ve eşitlikçi yaklaşımı insana farklı bir bakış açısı kazandırıyor; biraz törpülüyor, topraklıyor. İş–aile–sosyal yaşam arasındaki dengeyi korumak burada hayatın vazgeçilmez bir parçası. Bu da huzurlu ve sürdürülebilir bir yaşam anlayışını pekiştiriyor. Fazlasını değil, “yeteri kadarını” hedeflemek -İsveç’in lagom kültürünün özü- yaşamı daha huzurlu, dengeli ve sürdürülebilir kılıyor.

AI uzmanlık alanlarından biri. Yapay zekanın yaşsız-sınıfsız olması sence bizim zaman algımızı etkileyecek mi bir noktada?
Bu konuda çok kaygılı değilim. Yapay zekâ aslında bizim tarzımıza göre şekil alabilen bir ayna gibi; bu bana göre bir avantaj. Öte yandan otantik tarafımızı törpüleyebilir mi, bizi düşünce tembelliğine iter mi gibi kaygılar geçerli. Ama ben hep olduğu gibi burada da zamanla bir denge oluşacağına inanıyorum. Sosyal medya kullanımının giderek artmasıyla dopamin döngülerinin iyice kısaldığı, insanların telefon dışında odak sorununun zirve yaptığı bir dönemdeyiz. Buna karşılık yapay zekânın, en azından objektif olmaya çalışan bir destek fonksiyonu olarak ortaya çıkması, bizi tekrar gerçeklik ve entelektüel derinlik tarafına çekebilmek için bir fırsat olabilir.
Yapay zeka ve sürdürülebilirlik çok tartışılan konular. Gerçekten de su tüketimi nedeni ile daha dikkatli mi kullanmalıyız ChatGPT gibi platformları?
Evet, bu konuda kaygılıyım. Büyük bir veri merkezini soğutmak için gereken su miktarı, 10–20 bin kişilik bir yerleşim yerinin tüketimine denk gelebiliyor. Bu, kontrolsüz yatırım ve büyüme ile birleştiğinde ciddi bir risk. Çünkü işin ucunda yalnızca birkaç dev teknoloji şirketinin yönettiği bir ekosistem var; bu da toplumsal kutuplaşmaları derinleştirme potansiyeli taşıyor.
Olayın bir de toplum düzeni boyutu var. “Tarihte ne olduysa başka türlü olamayacağı için olmuştur” denir ya; aynı bakış açısı bir kaos senaryosu için de geçerli olabilir. Devletlerin regüle etmekte yavaş, hatta işlevsiz kaldığı bir dönemdeyiz. ABD’de yapay zekâ önce devletin bazı işlevlerini küçülterek başladı. Ancak bu verimlilik artışı, toplumun ekonomik üretim ve tüketim dinamosu olan beyaz yakalılara doğrudan etki ettiğinde; devletin de küçük ve işlevsiz kaldığı bir durumda dünya düzeni kökten sarsılabilir. Bu yüzden bu alandaki gelişmeleri kaygıyla ama dikkatle takip ediyorum.
Sıradan kullanıcıların yapay zeka ile ilgili anlamadıkları en önemli nokta ne sence?
Bence en önemli nokta, GenAI tarafında hızla oluşan kitlesel algının olumlu olmasına rağmen doğrulama sorumluluğunun hâlâ kullanıcıda olduğunu unutmamak. Yapay zekânın ürettiği her bilgi doğru değil ve kritik olan bu farkındalığı korumak.
Diğer yandan adaptasyon hızı gerçekten inanılmaz. Kayınvalidemin kısa bir eğitimden sonra ChatGPT’yi günlük sağlık sorularından havaalanı transferi planlamaya kadar kullanmaya başlaması, bu teknolojinin yayılım gücünün açık bir kanıtı. Bu, yaştan bağımsız herkesin faydalanabileceği bir altyapının varlığını gösteriyor. Bence işin en dönüştürücü tarafı da tam olarak bu: nitelikli bilgiye hızlı erişimin sadeleşmesi ve eşitlenmesi.
.jpg)
* Longines Spirit Zulu Time 1925 modeli hakkında daha fazla bilgi edinmek için buraya tıklayabilirsiniz.
*Orada Saat Kaç serimizdeki diğer röportajlara ve Longines hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


