Published in  
LONGINES Sunar
 on  
July 27, 2025

KAAN BULAK'A SORDUK: Orada Saat Kaç?

Berlin merkezli besteci, piyanist ve prodüktör Kaan Bulak, müziği yalnızca bir duyum değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olarak ele alıyor. Kaan Bulak ile müzikle zaman algısı arasındaki ilişkiyi, sesin sınırlarını zorlayan deneysel üretimlerini ve İstanbul-Berlin hattındaki yaratıcı yolculuğunu konuştuk.
Tarih
27/7/25

KAAN BULAK'A SORDUK: Orada Saat Kaç?

Berlin merkezli besteci, piyanist ve prodüktör Kaan Bulak, müziği yalnızca bir duyum değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olarak ele alıyor. Kaan Bulak ile müzikle zaman algısı arasındaki ilişkiyi, sesin sınırlarını zorlayan deneysel üretimlerini ve İstanbul-Berlin hattındaki yaratıcı yolculuğunu konuştuk.

Kaan Bulak Kapak Fotoğrafı: Manuel Abella / Saat görselleri: Longines izniyle
Tarih
27/7/25

KAAN BULAK'A SORDUK: Orada Saat Kaç?

Berlin merkezli besteci, piyanist ve prodüktör Kaan Bulak, müziği yalnızca bir duyum değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi olarak ele alıyor. Kaan Bulak ile müzikle zaman algısı arasındaki ilişkiyi, sesin sınırlarını zorlayan deneysel üretimlerini ve İstanbul-Berlin hattındaki yaratıcı yolculuğunu konuştuk.

Kaan Bulak Kapak Fotoğrafı: Manuel Abella / Saat görselleri: Longines izniyle

*Orada Saat Kaç? Dünyanın ilk çift zamanlı saati Constantinopoli’yi yapan İsviçreli saat markası Longines’in Spirit Zulu Time 1925 modelinin çift zamanlı kadranına ithafen Rast tarafından hazırlanan bir seridir.

1991 yılında Aachen’de doğan, çocukluğunu İstanbul’da geçiren ve eğitimine Stuttgart'ta devam eden Kaan Bulak, erken yaşta piyano ile tanıştı. SAE Berlin’de ses mühendisliği eğitimi aldıktan sonra, Berlin Sanat Üniversitesi’nde kompozisyon ve ses çalışmaları üzerine yüksek lisans yaparak disiplinlerarası bir müzikal kimlik inşa etti.

Bugün, kendi kurduğu ses-mekân odaklı müzik ve sanat platformu Feral Note ile Berlin’de üretmeye devam eden Bulak; elektroakustik eserlerden oda müziğine, opera projelerinden opera projelerinden görselli dijital projelere kadar geniş bir yelpazede işler üretiyor. Berliner Philharmonie, Elbphilharmonie, Verbier Festivali ve Berlinale gibi prestijli sahnelerde yer alan sanatçının işlerinde hem zamansızlık hem de teknolojik derinlik hissediliyor. Aynı zamanda ses teknolojileri alanında danışmanlık yapıyor, 360° hoparlör sistemleri tasarlıyor ve dünyaca ünlü sanatçılarla iş birlikleri yürütüyor.

Kaan’ın katmanlı bestelerinde bir karıncanın ayak seslerini, dans eden bir insanın boynundan aşağı inen ter damlasını, bir çocuğun son kalp atışını, bir aşkın başlayışını ve bir mevsimin bitişini, bir şehrin boyut değiştirişini hissetmek mümkün. 

Sohbeti okurken dinlemek iyi olur derseniz buradan Kaan’ın çalışmalarına ulaşabilirsiniz.

Longines Spirit Zulu Time 1925

Şu an bu soruları cevaplarken bulunduğun şehirde saat kaç?

Berlin’deyim, saat 18:11 CET.

Ne kadar süredir Berlin’de yaşıyorsun?

2012’de taşındım. 2023-24 arası, Paris’te Cité des Arts sanatçısı olarak yaşadım, sonra yine Berlin’e döndüm. Sanırım bir gün tekrar Paris’te yaşayabilirim. Arada sırada İstanbul’a gidip hedefsiz bir şekilde tek başıma gezinmek çok ilham veriyor, orada da tekrar bir süre yaşamak istiyorum.

Almanya’nın bürokratik süreçleri her zaman çok zorlayıcıdır. Hâlâ zorlandığın oluyor mu yoksa alıştın mı?

Gülüp geçmeyi, ona göre planlamayı öğrendim zamanla. Kültür siyasetinde aktifim ve Mayıs 2025’ten beri Müzisyenler Sendikasının başkanıyım (Tonkünstlerverband Berlin). Oradaki genel kurul toplantılarındaki bürokrasi ve formlu konuşmalar başta akıl almaz geliyordu, ancak ona da zamanla alıştım. Almanya’da sadece sokakta protesto ve sosyal medya paylaşımıyla hiçbir şey değişmiyor, bürokrasiyle çalışmayı öğrenmeden işe yarar aktivizm olmuyor. Siyasi çevrelerdeki karmaşık yasal konuşmaları anlayıp, o seviyede tartışmalara katılmayı öğrenmem gerekti. Berlin’in yeni kültür yasasının danışmanlarından biri olarak o masada oturmanın ne kadar önemli olduğunu her toplantıda kendime hatırlatıyorum. Sanat özgürlüğünün ve sanatçıların kuruluşlara karşı güçlü duruşunun durmadan altını çizmem gerekiyor.

Tüm bu işlerin içinde bir günün nasıl geçiyor?

2012’de bir gün bu cümleyi kuracağıma inanmazdım ama erken kalkmayı ve sabah serin havadaki sessizliği sever oldum. Öğlene kadar kimseyle konuşmuyorum, bu şekilde müziğin kendine has dünyasına sadık kalabiliyorum. Sanki konuşunca kelimeleri dizerek zaman akımının durdurulmazlığına teslim oluyorum, ama cümle kurmadıkça müziğin içgüdüsel boyutunda kalabiliyorum. Bir ritüel gibi demlediğim filtre kahvemin akan damlalarını dinliyorum ve kahvemle kitap okuyorum. Bu şekilde birçok felsefe, fenomenoloji, sanat tarihi ve geometri kitabı okudum, ama artık kurgu romanlardan da ilham alıyorum. Okuma aklımı uyandırıyor ve bir noktadan sonra yazmaya başlıyorum - yaşadığım bir olayı, yeni bir eserin konseptini ya da yazdığım kitap veya libretto için birkaç paragraf yazıyorum. Günüme makro seviyesinden bir bakışla başlıyorum ve gün ilerledikçe detaylara inip daha mikroskopik çalışıyorum. Örneğin sadece dalgalı bir çizgi olarak not ettiğim eser fikrini ilerleyen saatlerde armoni ve ritmiyle notaya döküyorum. Piyano başında birkaç saat doğaçlama ve sahnede çalmayı planlamadığım barok ve klasik eserlerle geçiyor. Doğaçlamalarımı dijital kaydederek çok daha hızlı beste yapabildiğimi öğreneli beri, romantik bir şekilde elle yazılmış notalardan uzak duruyorum ve sabah saatlerinde mümkün olduğu kadar yeni fikir topluyorum. Görüşme, telefonlaşma, posta işlerimi öğleden sonra halledip, iş çıkışı saati olmadan spor salonuna yetişmeye gayret ediyorum. Akşamları bitmek bilmeyen film listemden bir film seyretmeye çalışıyorum ya da Berlin’deki etkinliklerden birine uğruyorum.

Kaan Bulak, Fotoğraf: Michele Di Dio

Müdavimi olduğun cafe-restoran-barlar ya da çocuğunla muhakkak gittiğin yerler var mı?

Şu anda bu cevapları iki randevu arası Berlin-Mitte’de oturduğum Mamecha’da sencha çayımı içerek yazıyorum. Viyolonsel düetimi Schwarzes Café’de, ilk piyano quintet’imin bir kısmını Literaturhaus’ta yazdım. Gerçekçi olursam, bu sinematik sahneler daha çok kaçış benim için. Stüdyomda kalarak çok daha verimli çalışabiliyorum. Beste yapmanın gerektirdiği ciddi odak nedeniyle çok seyrek café veya restoranlara gidiyorum. Yemeğe çıkışı son zamanlarda daha çok konsere gitmek gibi görmeye başladım. Sophia Rudolph’un Lovis restoranındaki tadım menüleri beni gerçekten etkiledi, tam bir konserdi mesela. Bar deyince aklımda Inglorious Bastards çekimleri dönemi Quentin Tarantino’nun uğradığı, benim de eskiden sık gittiğim besteci Gregor Scholl’un mekânı olan Rum Trader veya Kreuzberg’de bir kayıt stüdyosunun üst katındaki Bar Neiro’da olan enfes ses düzeni ve plak koleksiyonları beliriyor, ancak alkolü tamamen bırakalı barlara gidişim son üç senede çok azaldı. Tiergarten’da müdavimi olduğum bir park bankı var. O bankta otururken ufak gölün ortasındaki adayı, sanki orada farklı bir boyutta garip şeyler varmış gibi seyrediyorum. Bazı fikirlerimin oradan geldiğine eminim. Evet, genellikle kendi zamanım ve boyutumda yaşıyorum.

Berlin kültür-sanat çevrelerinin favori mekanlarından Literaturhaus

Müzik hayatın nasıl başladı ve piyano ile kurduğun ilişki zaman içinde nasıl dönüştü?

5 yaşındayken ailemle ziyarete gittiğimiz bir evdeki piyanoyu gördüğümde beni merak sarmış. Tuşlara hızlıca vurmak yerine, akor benzeri kombinasyonlar aramışım ve hemen ardından piyano derslerine başlamışım. O zamanlar okul sonrası gittiğim dedemin bana anlattığı hikayeler arasında 1930’larda Berlin Teknik Üniversitesi yılları, Olimpiyatları stadyumda seyredişi, savaş hazırlıklarını yaşayışı ve burada inanılmaz bir Beethoven senfonisi dinlediği vardı. Kendisi gençliğinde keman çalarmış, beni de müzik konusunda çok desteklerdi. O dönemde Berlin’de gelişen kötülüklere rağmen müziğin kendine has bir boyutta var olup güzelliğinden taviz vermediğini bu anlatılar sayesinde öğrendim. Zamanla piyano benim için hep sığınabileceğim güvenli bir alan oldu. Başta klasik notalardan çalarak, sonra doğaçlama ve kendi bestelerimle. Kulağa ne kadar garip gelse de bazen yoğun dönemlerde sahneye çıkıp piyano başına oturunca derin bir nefes alıp rahatladığımı hissediyorum. Kimse bana telefonla ulaşamıyor, e-postalar gelse de ruhum duymuyor, o anda sadece kendim olup, içgüdümü ve sezgilerimi o piyano ile ifade etmem yetiyor -o da dünyanın en tatmin eden işi.

Klasik müzik aslında biraz tutucu bir müzik türü. Bu alanda yenilikçi davranırken karşılaştığın dirençler oldu mu?

Elbette. Konser salonlarının direktörleri panellerde uzun uzun benimle anlaşırmış gibi konuşup, programların yenilenmesinin gerektiğini sekiz yıldır vurguluyorlar. Berlin gibi bir şehirde, elektronik müzik kültürünü tanımayan insanların bu pozisyonlara gelmesini anlamakta zorluk çekiyorum. Bir diğer direnç ise ırkçılık, İstanbul asıllı bir sanatçı olarak Fransız bir bakan tarafından “Ah, vous êtes turc?!” diye iğrenmiş bir şekilde karşılandım Paris’te. Opera yazdığımı duyunca, “En azından Avrupai bir şeylere gayret gösteriyormuşsunuz” diye şaka yapmıştı. Diğer yandan da konser salonlarının “renkli programımız var” diyebilmek için alelacele ‘yabancı’ arayışından yararlandığımı da eklemeliyim.

Sence dinleyiciye yenilik sunmakla anlaşılmak arasında bir denge var mı?

David Bowie ‘“never play to the gallery’” der. Sunma, anlaşılma, yenilik getirme amaçlı ya da genel olarak herhangi bir amaç peşinde koşan sanatın esasını kaybettiğine inanıyorum. Bir sanatçı olarak dinleyicilere sunabileceğim en değerli paylaşımın, çekinmeden kendi iç dünyamı sahnede birebir seslendirmem olduğuna inanıyorum. Özellikle sahnede doğaçlama çaldığım bölümlerde dinleyicilerin varlığını sezip bir nevi cevap veriyorum. Bu diyaloğun anlaşılma veya yenilik göstermenin ötesinde bir bağlantı olduğuna inanıyorum.

Kompozisyonlarını yaratırken sezgisel mi çalışırsın yoksa yapı üzerine mi ilerlersin?

Sezgilerin sanatta yalan söylemediğine inanırım. Kurulan bir yapı hızlıca bir hapishaneye dönüşebilirken içgüdüm ve sezgilerim kendimi olduğum şekilde ifade etmemi mümkün kılar. İlham geldiği ilk andaki vizyonumu unutmamı engellemek için hızlıca grafiksel bir eskiz ile eserin gidişatını belirleyip, ona bakarak doğaçlama kayıtlar yapmayı tercih ederim.

İstanbul, Berlin ve Paris’in müziğinde izleri var mı?

İstanbul’un kültürel zenginliğini, Berlin’in klasik konser salonlarının ve gece kulüplerinin seslerini, Paris’in de özellikle dans estetiğini ve serbest ifade özelliklerini benimsedim ve bu müziğimde var.

Müziğin zamanı büktüğüne inanıyor musun? 

Hem evet hem de hayır. Müzik gerçekten varsa, bükülecek zaman kalmamalı. Müzik benim için zamanın ne doğrusal ne de döngüsel olduğu, kendine has bir boyuta ulaşması demek. Burada geçmiş-şimdi-gelecek aynı anda etki gösteriyor. En başarılı konserlerimde hem geçmişi hem geleceği havada sezilebiliyorum, bulunduğumuz şimdi anına, o sıfır noktasına olan odağımız kaybolmadan. Edmund Husserl’in zaman algılama üçgenini (Retention – Jetzt – Protention), Henri Bergson’un akış anlayışını bir konser dinleyerek anlamak daha kolayca mümkün. Müzik iyi günlerinde, felsefenin nefes alan hâli olabiliyor.

Kaan Bulak & Ensemble Philarmony Berlin, 2022 Fotoğraf: Stephan Röh

Zaman algısının mekâna ya da dinleyicinin ruh haline göre değiştiğini düşünüyor musun?

Kesinlikle ve bu nedenle konserlerden önce sakin olmanın çok değerli olduğundan eminim. Son saniyeye kadar mesajlaşan bir kişinin konserde algıladıkları ile telefonunu önceden kapamış ve parktan meditatif bir şekilde yürüyerek gelen birinin çok farklı olacağı kesin. Bu nedenle mekânların tasarımı sürecinde de bunların düşünülmesi önemli. Müzik kırılgan ama derin ve güzel bir şey. Kendini, seslendirildiği mekanlarda evde hissetmesi lâzım.

Bugünün hızla akan zamanına karşı klasik müzik bir direnç noktası olabilir mi?

Klasik müzik yerine sanat müziği demeyi tercih ediyorum. Sadece sanat için, yani sadece kendini ifade amaçlı yaratılmış müzik dinleyiciyi hayatının günlük akışının dışında bir noktaya taşıyabilir ve güvenli bir kaçış noktası sunabilir. Müziğin tarzı önemli değil, uzun bir taksim de, Toshio Hosokawa’nın piyano konçertosu da, Kassia’nın ilahileri de, Aphex Twin’in Selected Ambient Works Vol. 2’si de bu kaçış kapısını açabilir. Yeter ki kendini ifade amacı dışında bir amaç peşinde olmasın. Sanırım direncin alabildiği en güzel hâl bu olsa gerek.

Müziğin sessizlikle olan bağlantısı sence nedir?

Müzik sessizlikten doğar ve sessizlikte sonlanır. Sessizlik doğada var olmasa da bir konsept olarak herkesin anladığı ama çok kişinin uzak durduğu bir kavram. Günümüzün çoğu sorunu bence insanların sessizlikle aralarının bozulmuş olmasından geliyor. Durmadan çalan müzik, televizyon, gürültü insanın derin bir şekilde düşünmesini engellediği gibi insanların kendilerini sorgulamasından da koruyor. Sanırım bu nedenle sessizlik çoğu insanı tedirgin ediyor, kendini tanımaya davet eden güzel bir an olmasına rağmen.

Kayıtların ve canlı performansların zamanı dondurmakla ilişkisi olduğunu düşünüyor musun?

Aynı zamanda ses mühendisi olduğumdan kayıt konusuyla çok yakından ilgileniyorum ve zamanı dondurmaktansa kendine has bir performans yöntemi olduğunu düşünüyorum. Özellikle elektronik ve akustik enstrümanların birlikte bestelendiği müzikte kaydın eserin gerçek versiyonuna sahne performansından daha yakın olduğundan eminim. Zamanı dondurmaktansa zamanı aşmayı başaran ve hiç eskimeyen kayıtları seviyorum.

Kaan Bulak Philharmonie Berlin, 2022 Fotoğraf: Udo Siegfriedt

Bugünden geleceğe neler bırakmak istiyorsun?

Eserlerimin kendi kendine yaşamaya devam etmesini ve stüdyomda hep farklı müziklerin veilham dolu buluşmaların devamını dilerim. Örneğin ilk viyolonsel sonatımı üniversitelerde sınav eseri olarak seçen genç müzisyenler var. Elbette büyük salonlarda çalınıyor olması hoşuma gidiyor, ama böyle önemli bir an için benim eserimi seçip onunla kendilerini ifade ediyor olmaları beni çok mutlu ediyor. En çok bırakmak istediğim ilham olsa gerek.

Yakın zamana dair hedeflerin neler?

23 Ağustos’ta yeni eserlerimle konser programımı Elbphilharmonie Hamburg’da sunacağız. Bu konsere özel misafir olarak Gaye Su Akyol katılacak. Onun eserlerini ve bazı klasik Türk müziği şarkılarını oda müziğine aranje ediyorum ve bu programı dünyayla paylaşmayı sabırsızlıkla bekliyorum. Diğer yandan 19 Eylül’de Opernhaus Zürich’in sezon açılışında soprano Siena Licht Miller ile ‘The Moon is Not a Mirror’ eserimi ilk defa seslendireceğiz. Sene başı bitirdiğim ilk kitabım şu anda anlaştığım yayınevinde hazırlanmakta, onu da ileride tiyatro sahnesine uyarlamayı planlıyorum. İstanbul için de planlar gelişmekte, onları da umarım yakında paylaşacağım.

Son olarak, Berlin’de muhakkak yaşanması gereken müzik deneyimleri neler sence? 

Berlin’de kesinlikle akustik bir orkestra dinlenmeli, Berliner Philharmoniker, DSO, RSB veya Konzerthaus Orchester’i tavsiye ederim. CTM festivali’nde Berghain, Atonal festivalinde Kraftwerk gerçekten ilginç oluyor. Berghain eski enerjisinde olmasa da o binayı ve ses sistemini yaşamayı yine de tavsiye ederim.

Longines Spirit Zulu Time modeli hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.