Published in  
Röportajlar
 on  
May 31, 2025

ŞEBNEM SÖNMEZ: “KADIN, KADIN OLUŞUNU DEĞİL; PİPİSİZ OLUŞUNU GÖRÜYOR”

Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan Bulaşıkçılar oyunu, sezonun sonunda seyirciyle buluşmuş olsa da hayli dikkat çektiği kesin. Kadrosuna bakınca aksi düşünülemezdi zaten! Şebnem Sönmez (Molly), Özge Özpirinççiler (Dora), Ahsen Eroğlu (Maria) ve Ekin Eryılmaz’ın (Betty) oynadığı oyun, Işıl Kasapoğlu yönetmenliğinde, Myart yapımıyla sahneleniyor.
Kategori
Röportajlar
Tarih
31/5/25

ŞEBNEM SÖNMEZ: “KADIN, KADIN OLUŞUNU DEĞİL; PİPİSİZ OLUŞUNU GÖRÜYOR”

Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan Bulaşıkçılar oyunu, sezonun sonunda seyirciyle buluşmuş olsa da hayli dikkat çektiği kesin. Kadrosuna bakınca aksi düşünülemezdi zaten! Şebnem Sönmez (Molly), Özge Özpirinççiler (Dora), Ahsen Eroğlu (Maria) ve Ekin Eryılmaz’ın (Betty) oynadığı oyun, Işıl Kasapoğlu yönetmenliğinde, Myart yapımıyla sahneleniyor.

Kategori
Röportajlar
Tarih
31/5/25

ŞEBNEM SÖNMEZ: “KADIN, KADIN OLUŞUNU DEĞİL; PİPİSİZ OLUŞUNU GÖRÜYOR”

Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan Bulaşıkçılar oyunu, sezonun sonunda seyirciyle buluşmuş olsa da hayli dikkat çektiği kesin. Kadrosuna bakınca aksi düşünülemezdi zaten! Şebnem Sönmez (Molly), Özge Özpirinççiler (Dora), Ahsen Eroğlu (Maria) ve Ekin Eryılmaz’ın (Betty) oynadığı oyun, Işıl Kasapoğlu yönetmenliğinde, Myart yapımıyla sahneleniyor.

Kanadalı yazar Morris Panych’in orijinal oyunundan Ceren Aksakal çevirisi ve Zeynep Avcı dramaturjisi ile izlediğimiz Bulaşıkçılar, bugüne dek hep erkekler tarafından oynanmış. Zaten metninde de 4 erkek karakter var. Ancak dramaturg Zeynep Avcı oyunu okurken “Neden kadın olmasın karakterler” diyor ve böyle bir kadro çıkıyor ortaya. Doğrusu, oyunun kadınlar tarafından oynanması 2025 Türkiyesi için oldukça anlamlı. Öte yandan, çocuk kitaplarında bile kadın işi olarak gösterilen yemek yapmak ve bulaşık yıkamak gibi işlerin sahneye yine kadınlar tarafından aktarılması biraz soru işaretleri yaratmadı diyemem… Daha önce oyunun orijinal metnini okuduğum için, oyunu bugüne ya da Türkiye’ye ya da sadece kadınlara evrilten bir değişiklik de göremediğim için bu soru biraz daha büyüdü aklımda. Ama şunu da söylemeliyim ki; oyunu izlerken hiç bu detaylar gelmemişti aklıma. Sanki “zaten bu 4 oyuncu düşünülerek yazılmış bu oyun” hissi ile izliyor, bulaşıkhanenin karanlığı, ağırlığı ile biraz nefessiz kalıyor, hayallerinizle yüzleşiyor ve oyuncuların diyalogları ile “görünmeyen emek” kavramını, hak kavramını ve “sınıf”ları yeniden sorguluyorsunuz. 

Oyun sahnedeki herkese -kirli tabaklara bile- en azından 5 dakikalığına star olma imkanı tanısa da ben alkışlarken en çok Şebnem Sönmez’i alkışladım sanırım. Gerçi bunu kendisine söylesem eminim tüm mütevazılığı ve gerçek tiyatrocu kimliği ile “Öyle bir şey olamaz” derdi. İzleyip karar vermek için 15 Haziran’da AKM’deki oyunun biletlerini şimdiden alın, erken bitiyor. 

‍Şebnem Sönmez oyunda Molly karakterini canlandırıyor.

Bulaşıkçılar’ın ilk oyunlarını oynadınız, seyirciniz, alkışınız bol olsun! Bu, orijinali 4 erkek oyuncu için yazılmış ve ilk kez kadınlar tarafından sahneleniyor. Bu oyunu kadın tarafından anlatmak, kadının emeği ya da kadının kırılganlığının, direnç gücünün oyuna kattıkları neler sizce?

Zeynep Avcı dramaturgumuz, oyunu okuduğunda çok sevmiş fakat birkaç okumada bunun ne kadar dişil bir tonu olduğunu görüp “neden kadınlar oynamasın” diye bir fantazya ile kadın rollerine uyarlamış. Şunu da söylemek gerekir burada, Kanada kökenli bir oyun, yazar, yani Maurice Panych Kanadalı ve oradaki erkekler bizim ülkemizdeki ya da buralara yakın erkek karakterlere zaten benzemiyor. Zaten dişil özellikleri var. Kadınların kendi güçlerini ortaya koyuşları ya da bu hayata tutunabilmek adına gücü ele almaları hep bir eril enerjiden ve o dilden oluyor nedense bizim gibi toplumlarda. Çünkü gücü kesinlikle ataerkillikle bütünleştiriyor zihinde kadın. Kadın, kadın oluşunu aşağılıyor aslında. Dişil gücün, dişil özelliklerin yani memelerinin olmasının, kalçalarının, güzel göbeğinin, kıvrımlarının olmasının tadına ya da hoşluğuna değil de pipisiz oluşunu görüyor. Bunu bir eksiklik olarak farklı şekillerde, eril dil kullanarak bir diğerine baskı,  güç, sınır, sert çerçeve, kendimizce kesinlikle uyulması gereken kurallar, kaideler oluşturarak ortaya koyuyoruz. Oyundakiler biraz belki en üst bakışta böyle nitelendirilebilir. Fakat hepsinin birbirine ulaştırdığı, bulaştırdığı çok farklı baskılar var. Duygusal baskılar var. İdeolojik baskılar var. Ya da günlük anlık baskılar var. “Benim dediğim olacak.” “Ben ne dersem olacak.” “Ben bunu istiyorum.” “Ben de bunu istemiyorum”. Anlaşmaya, beraber yaşamaya, uyuşabilmeye, uzlaşmaya ve bir diğerinin koşulunu kabul edip onu haklı bulmaya dair bir şey yok. Bu zaten eril bir şey. Dolayısıyla kadın ne? Kucaklayan, kapsayan, çoğunlukla daha çok evet diyen, olumlayan bir yerdeki dişil enerji. Bu o kadar az ki oyunda, acı verici tarafı bu olabilir. Bu yüzden de yürümüyor o ilişkin. Bu yüzden de yürüyemez hiçbir ilişkin. 

Oyunda canlandırdığınız Molly karakterinin geçmişine dair ipuçları görüyoruz ama tam anlayamıyoruz. Bunu seyircinin hayal gücüne bırakırken nasıl bir yol izlediniz? 

Oyunun metni Molly'yi, geçmişini hep arka planda duruyor. Molly boomer kuşağını sembolize ediyor. Karakter silik, çok bakmadığımız çok da ilgilenmediğimiz “yaşlı işte canım, son günlerini yaşıyor” dediğimiz bir yerde tutuyor. Beni çok üzüyor bu. İnsan olarak üzüyor. Birini böyle nitelendirmek içimi acıtır gerçekten. Oyundan bağımsız olarak, bir bankta yalnız başına oturan bri yaşlı üzer beni. Çok fena oluyorum görünce. Benim için Molly, o. Onun hayatında neler olduğuna dair hiç düşünmeyiz biz. O bize bir şey söylediği zaman “yaşlı işte” deriz. 

Neden acaba?

Hiç kimse yaşlanacağını düşünmez. Çünkü kendi yaşadığı halin en güçlü yerinde durmak ister ya da durduğunu zanneder. Hiç öyle bir şey yok. Ama o banktaki yaşlı, çekirdeğini ya da mandalinasını soyup denize bakarken, bir köpeği izlerken o yaşlı kişinin adı yoktur, geçmişi yoktur. Böyle bir Molly'yi görmeye çalıştım. Molly sayıklar gibi Margaret’tan bahsediyor. Molly'nin hayalindeki Margaret kim? Ben bunu oyuncu olarak açıklamak istemedim. Ama benim kurduğum, oyuncu olarak kurduğum bir Margaret hikayesi var.

Ahsen Eroğlu, Şebnem Sönmez, Özge Özpirinçci

Peki Molly’nin uçma, uzaya gitme hayalleri size ne ifade ediyor?

Bu kadar yerle, bu kadar zeminle, bu kadar gerçekle tarılmış, bütün ömrü boyunca, bütün dünyanın ağırlığıyla zemine yapışıp hemzemin olmuş biri ne ister? Uçmak ister, hafiflemek ister, o ağırlığı bırakmak ister. Belki kuş olup uçmak ister, belki bir maymun kozmonot olup uçmak ister, belki bir tüy olup uçmak ister, belki de kül olup uçmak ister. Ama bir bırakmak, nefesini gerçekten bırakıvermek ister. Benim için uçmak bütün bu anlamların hepsinde bir tanesi değil. Bir şekilde o ağırlığı bırakmak ister. 

Ben de istiyorum doğrusu... Özge Özpirinçci, Ahsen Eroğlu ve Ekin Eryılmaz’la dört farklı jenerasyon sahnesindesiniz. Hem oyuncu hem kadın olarak onların işe bakışı, kadın olmaya ve oyunun ruhu gereği emeğe bakışıyla ilgili jenerasyon farkları gördünüz mü?

Evet, çok fark var. Hepsiyle ilk kez tanıştık ve ilk kez çalışıyoruz birlikte. Çok kısa bir sürede, anında bir beraberlik kurduk garip bir biçimle. Böyle görür görmez oluveren bir ekipti bu. Şimdi buradan başlıyorum her zaman ama farklılıklar tabii ki var. Çünkü dünyayı kavrama, anlama, dünyaya bir şey sunma araçlarımız farklı. Her bir jenerasyonun da kendine ait bir gücü var. Kendi jenerasyonunun ifadesi olan bir gücü var. Bir diğerine ait olmayan ama tanık olduğu ya da tanışık olduğu semboller var. Sembolleri anlıyoruz ama o sembollerin sahibi hep bir diğeri. Dolayısıyla o sembollerde hemen birleştik. O birleşme halinde ne kadar birbirinizden farklı düşünürseniz düşünün, aynı ağacın kökleri olursunuz. Dolayısıyla biz -bu bir metaforsa hakikaten- o zaman hangi dala gidersek gidelim aynı rüzgarın hışırtısıyla birbirimizi duyacağız dediğimiz yerdeyiz. “Hışırtı” diyorum, esinti demiyorum. Çünkü hışırdıyoruz. Yani tiyatroca söylüyorum. Birbirimize değip hışırdıyoruz, farklılıklarımız geçmiyor, birbirine yansıyor. Hepimiz farklıyız. Hepimiz farklı anlayıp farklı göstermek istiyoruz. Ama zaten böyle olur. Başka ne olacak ki? Tek bir doğru yok. Ama ağaç yoksa hiçbir şey yok. Çünkü temeli sarsacak herhangi bir fikre son derece karşı dururdu. Temelde tiyatrodan bahsediyoruz elbette. 

Günümüz Türkiye’sinin güzel bir yansıması var oyunda; Ahsen’in canlandırdığı Maria karakteri haklarının farkında, bilincinde ve talep ediyor. Oysa bir üst jenerasyonu simgeleyen ve Özge tarafından canlandırılan Dora karakteri olanla yetiniyor hatta sistemi koruyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Ben ilk okuma provasında Dora için “düzen tutucu” demiştim. Düzenci değil. Gerçekten o düzeni sürdürmek üzere var gücüyle ortada olan ve bunu korumaya çalışan biri. Böyle birileri olmazsa hakikaten her şey dağılır garip biçimde. O insanların gücü de bize lazımdır ama neye hizmet ettiklerini düşündükleri zaman o düzen bozulabilirdi. Maria'nın oyuna girişi ya da bu karakterle karşılaşması böyle bir dramatik çatışma işte. “Koşullar değişebilir” dediğinde çatışma başlıyor. Zaten sahnede çatışmazsak bir doğruya başka bir doğruya gidemeyiz. Dünyada hiçbir yerde. Kendi zihnimizde bile öyle. Bir şeye inanıyoruz. Bu böyledir diyoruz. Sonra aklımıza bir cin fikir geliyor. “Ay şunu mu yapsak acaba” diyoruz. “Ama bunu yaparsam bunu kaybederim”. “Ama o zaman bak rahatlarsın”. Evet ama, evet ama… İçimizde de tartışıyoruz bunu. Sonra ya kendi alıştığımız konfor alanımız kazanıyor ve o acaba kendi oksijeninden kaybeden bir hayal olarak kalıyor ya da onun peşinden koşup elbette konfor alanımızdan bir şey kaybediyoruz. Bu seçim meselesi. Her seçim mutlaka diğerlerini göndereceği için korkutucu geliyor. Maria bize oyuna girişiyle Dora çatışmasında bunları tartıştırıyor zihnimizden. O yüzden günümüzde tartıştığımız ve sürekli değişen dengelerin içerisinde biz henüz kendi çıkış yolumuzu bulmuş değiliz. Düşünüyoruz, sandıklar koyuyoruz, kendi demokratik seçimimizi yaptırtmaya çalışıyoruz. O yüzden tiyatro çok güçlü. Niçin? Şimdi Morris Panych bize mi baktı yazdı bu oyunu? Düzen böyle olduğu için yazdı. 

"HİÇBİR ZAMAN EŞİTLİK OLMAYACAK AMA ADALET OLACAK"

Ahsen Eroğlu ve Özge Özpirinçci

90'larda yazılmış bir oyunun hala daha bu kadar güncel olması acı değil mi?

Lysistrata diye bir oyun var. Barış diye bir oyun var. Aristophanes'in yani Milat'ta da önce yazılmış… Hepsi güncel. 90’lar ne ki? 

Yani hiç mi eşitlik olmayacak o zaman dünyada?

Olmayacak tabii. Olmayacak. Üzgünüm, olmayacak. Biz eşitliği sağlamak için uğraşacağız ama adalet başka eşitlik başka eşitlik olmayacak belki. Adalet olacak mı? Evet. Olmak zorunda olacak.

Oyunun yönetmeni Işıl Kasapoğlu oyun sonrasında yangına su damlası taşıyan karıncanın hikayesini anlattı. Siz de yaptığınız her işte bir su damlası taşımayı amaçlıyor musunuz?

Tabii ki. Her zaman. Boynumuzun borcu o. Başka hiçbir şey yok. Ölüp gideceğiz. Pepe öldü. Pepe öldü yani! Sırrı öldü. Küfe küfe su taşıdı Sırrı. Biz de taşıyacağız. Bizim boynumuzun borcu da budur. Başka bir şey için yaşamıyoruz. 

Ama Margaret Thatcher da öldü. Hitler de öldü. Hem de cezalandırılmadan… 

Ben de öleceğim. siz de öleceksiniz. Bunu da kabul edeceğiz. İşte o yüzden eşitlik yok. Ama adalet var mı? Var. Başka bir şeye inanmıyorum ben. Neye inanırsan inan onunla ilgili gerçek adımlar atmadığın sürece sen kendi kendine ait adaleti sağlayamazsın ki! O yüzden “özü sözü bir olmak” sözü klişe değil, şarttır. Şart bu kadar basit. Ne istiyorsan ona uygun adımlar atmak zorundayım. Bu kadar. Dolayısıyla eşitlik olmayacak. Ama adalet olacak. Kendi içimizdeki çatışan kutupları barıştırırsak önce, barış da olacak. Biz de içimizde hala onların çatışmasına izin veriyorsak ve o ateşi harlıyorsak olmayacak. Ben kiminle barışırım? Küs olduğumla tabii ki. Neden barışı şöyle düşünüyor insanlar anlamıyorum. Rest dediğim bir yer bu. Neden şununla barışıyorsunuz? E onunla küsüm de ondan. Bu kadar basit. Tabii ki siyasi olarak bunun altında, yanında, yöresindeki kirli pazarlıklarla alakalı konuşmuyorum. Ama insan, insana gerçekten bir nefes kadar yakın. Hiçbir farkı yok kimsenin bir diğerinden. Bunu bize bıraksalar yeter biz de mis gibi yaşarız. Hiçbir problemimiz de yok burada. Biz kendi içimizde çatışıyoruz. Oraya da bir bakmak lazım bence.

Bulaşıkçılar

"GEZİ'YLE BUGÜNÜN ÇOK FARKI VAR"

2013 yılında, ben ülkenin o dönemki en büyük gazetelerinde çalışıyordum ancak gazete Gezi sonrası bağımsız duruşunu kaybetmişti. O sıralar sizinle röportaj yapmak istemiştim ama siz “Sana röportaj veririm ama gazetene hayır” demiştiniz. Çok saygı duymuştum. Bugün yine bazı mecraları, markaları boykot durumu mevcut. Ama kendi içimde bunu çok sorguluyorum… Özellikle sanatçıların sadece kendi görüşlerine uygun mecralarda yer almaları içinde olduğumuz yankı odalarını büyütmüyor mu? Siz bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?

Karmaşık bir denge var ya da bir dengesizlik var. Boykota “evet” diyorum içimden ya da fikri olarak “evet yapılmalı” diyorum ama nasıl yapılması gerektiğine dair sorularım oluşuyor. Ve o soruların cevaplarını net olarak bulamadığım ya da pratikte göremediğim zaman da bir adım geri çekiliyorum. Dolayısıyla boykot, kişisel bir edim olarak kalıyor benim yaşantımda. Ve benim gibi olan çok fazla insanın olduğunu da hem birebir tanıklıklarımla hem de sosyal medyadaki paylaşımlardan anlıyorum. Yani bir odaktan ya da birkaç odaktan güvenilebilir, birkaç odaktan yönlendirilmediği, düzenlenmediği sürece güzel amacına, olmasını istediğimiz, sonuçlanmasını arzu ettiğimiz amacına uyamayacak, amatör bir heves gibi kaldığını üzülerek düşünüyorum doğrusu. Tamamen uygulanmasını, “anlamı bu, sonucu bu, sebebi de bu” denebilecek ve hepimizin içini rahatlatabilecek bir uygulama olmasını isterdim. Böylelikle de ne veya neresi boykot ediliyorsa oraya da doğru mesajı verebilecek bir sonuç olmasını çok isterdim. 

Bir önceki röportajınızda “Gezi dönemi bir masal” demişsiniz. Aynı yerden mi söylediniz bunu?

Gezi bütün kesimlerin kendini ifade etmek için, kendi iradesiyle sokağa çıktığı ve orada birlik olduğu bir yerdi. Bu yüzden masal diyorum. Biz kendi istediğimiz gibi bir dünyanın, kendi arzu ettiğimiz gibi sanki sadece masallarda var olacakmışçasına idealize edilen o dünyayı gerçekten yaşadığımız için, Gezi bizde bir masaldı. Masal gerçek oldu. Burgündeki farklılık, benim görüşüme göre -sakın bunu üst merci bir akıl gibi gibi de sunduğumu düşünmeyin, kimse öyle düşünsün istemem, bu sadece benim izlenimin- Saraçhane diye adlandırabileceğimiz bu dönem, bir partililikle başladı. CHP ile başladı. Haksız bir ve hukuksuz bir duruma tepki duyan bir hareket ama muhalefet partisinin çağrısı başladı. Çok doğru idi. Ama ben kendimi bir partinin, herhangi bir partinin çağrısıyla hareket edebilen biri olarak görmüyorum. Asla görmedim. O yüzden Gezi'yle çok büyük bir farkı var bugünün. Fakat desteklediğim, doğru bulduğum, eleştirdiğim yanları da var şimdiki hareketin. Benim isteğim, kendi dünya görüşüme ve bütün insanların hayrına olabilecek olan çağrı ve eylemlerin içerisinde olmak. 

Eğitim verdiğiniz dönemde genç oyunculara özellikle hangi değerleri öğretiyordunuz tiyatroya dair? 

Tiyatronun kendine ait etiği var zaten. Elbette ustalarımdan, elbette tiyatro tarihinden, elbette okuduklarımdan, yani entelektüel deneyim ve usta-çırak ilişkilerimden olmazsa olmazları zemin olarak koymak zorundayım. Bir kere yazı bir numaradır. O yazıya sadık olacaksın. Bitti. Ve o yazının istediklerinin dışında davranamazsın. Bitti. “Ben mi böyle hissediyorum?” Hayır. Böyle bir şey yok. Tiyatro, “ben değil sen” diye bir sanattır. Sahip olmak değil, olmak sanatıdır. Benim değil, senindir tiyatro. Bunun da altını çizerim mesela, “lütfen mükemmel olmamayı dener misiniz” derim. Bunları söylerim belki karakter bazında ama baş mutlaka zeminde yazı durur. O yazıya hizmet ederiz. Günümüzün ya da geçmişimizin zamanlar arasında yolculuktur bir yandan. İlkeleri, araçları sonucuyla gösteririz. Zaman çok önemlidir. Saygı çok önemlidir. Hiçbir şey tiyatroda daha önemli değildir. Her şey eşit olarak çok önemlidir. Bizim oyunumuzda, sahneye en son giren Bethany'nin 10 dakikalık rolü çok önemlidir. Dora kadar. Eğer Dora kadar önemli olmasaydı sahneye girmezdi zaten. O yüzden bir diğerine saygı, benim senin zamanına, senin benim duyguma, benim senin düşüncene, senin benim halime saygınla biz bir oyun çıkarabiliriz yoksa çıkmaz. Niyet önemlidir. Çünkü bir oyunu çok kötü olmasa da vasat bir şekilde de oynayabilir, yönetebilirsiniz. Ama seyirci aslında  sizdeki niyeti takip eder. Baştan sona takip ettiği odur. O niyetten geri düşmediğiniz sürece kesinlikle sizinle yürür seyirci, duygulaşlık önemlidir. Ve daha birçok şey. Yani insanlığın, önem verdiği her şey tiyatroda en önemlidir. Ve hepsi eşit derecede önemlidir.

İnsanın bugün önem verdiği şeyler değişti ama… 

Hiçbir şey değişmedi. İnsan hala sevilmek istiyor. İnsan hala duyulmak, hala görülmek, hala kabul edilmek, hala beraber olmak istiyor. Şefkatle kucaklanmak isteyen çocuklarız hepimiz.

BULAŞIKÇILAR

Yaş sınırı: +9 

Oyun süresi: 90 DK 

Yazar: Morris Panych

Çevirmen: Ceren Aksakal

Dramaturg: Zeynep Avcı

Yönetmen: Işıl Kasapoğlu

Yardımcı Yönetmen: Volkan Sarıöz

Oyuncular: Özge Özpirinçci, Ahsen Eroğlu, Şebnem Sönmez, Ekin Eryılmaz

Dekor Tasarımı: Hakan Dündar

Kostüm Tasarımı: Dilek Kaplan

Işık Tasarımı: Mustafa Yıldırım

Müzik: Volkan Akkoç

Dekor Realizasyonu: Faik Yunus Biçen

Cast Direktörü: Mine Güler

Reji Asistanı: Ekin Eryılmaz

Basın İletişimi: Hande Sönmez

Görsel İletişim Tasarımı: Mehmet Eroğlu 

Sosyal Medya ve Planlama: Isırgan Creative 

Yapım Koordinatörü: Berkay Özcan 

Uygulayıcı Yapımcı: 484

Yapım: MYArt