Published in  
Röportajlar
 on  
December 30, 2025

NİSAN CEREN ÖZERTEN: "Buradan güzel bir şey çıkar"

Alice Müzikali, Dünyada Karşılaşmış Gibi, Evlat, Güzel Şeyler Bizim Tarafta, 10 Bin Adım, Bir Başkadır gibi bol ödüllü ve izleyici tarafından da çok sevilen işlerin yapımcısı, Berkun Oya ve Ali Atay ile Krek tiyatro topluluğu ve Podacto’nun kurucularından, bugünlerde çok konuşulan Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan’ın da yapımcısı olan Nisan Ceren Özerten ile tiyatroyu ve yapımcılığı konuştuk.
Kategori
Röportajlar
Tarih
30/12/25

NİSAN CEREN ÖZERTEN: "Buradan güzel bir şey çıkar"

Alice Müzikali, Dünyada Karşılaşmış Gibi, Evlat, Güzel Şeyler Bizim Tarafta, 10 Bin Adım, Bir Başkadır gibi bol ödüllü ve izleyici tarafından da çok sevilen işlerin yapımcısı, Berkun Oya ve Ali Atay ile Krek tiyatro topluluğu ve Podacto’nun kurucularından, bugünlerde çok konuşulan Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan’ın da yapımcısı olan Nisan Ceren Özerten ile tiyatroyu ve yapımcılığı konuştuk.

Fotoğraflar: Elif Çiftçi
Kategori
Röportajlar
Tarih
30/12/25

NİSAN CEREN ÖZERTEN: "Buradan güzel bir şey çıkar"

Alice Müzikali, Dünyada Karşılaşmış Gibi, Evlat, Güzel Şeyler Bizim Tarafta, 10 Bin Adım, Bir Başkadır gibi bol ödüllü ve izleyici tarafından da çok sevilen işlerin yapımcısı, Berkun Oya ve Ali Atay ile Krek tiyatro topluluğu ve Podacto’nun kurucularından, bugünlerde çok konuşulan Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan’ın da yapımcısı olan Nisan Ceren Özerten ile tiyatroyu ve yapımcılığı konuştuk.

Fotoğraflar: Elif Çiftçi

Yazılı podcast, episode 2

Konu: Tiyatro ve yapımcılık

Konuk: Nisan Ceren Özerten

Fotoğraflar: Elif Çiftçi

Heybesinde bu kadar çok hikaye olan biri ile ne konuşsanız eksik kalıyor. Nisan Ceren’in 20 yıllık yapımcılık kariyeri boyunca yaşadığı birbirinden eğlenceli, zorlu deneyim vardır eminim. Gönül isterdi ki hepsini tek tek konuşalım ama bu ancak uzun, keyifli, öğretici bir kitap olurdu ve bu kitabı bir gün okumayı çok isterim! Biz, çerçeveyi tiyatroda ve yapımcılıkta tuttuk. Üçüncü sezonunun çekimleri tamamlanan 10 Bin Adım’dan Alice’te neden Serenay Sarıkaya’nın oynadığına uzanan bir sohbet oldu bu. 

İsmini gördüğümde “Bu iş kesin iyidir” dediğim yapımcılardan Nisan Ceren Özerten şu aralar 2026’nın en çok konuşulacak işlerinden Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan’ın da yapımcısı ve bu günlerde oyunun hazırlıklarının heyecanı içinde. Doğrusu çok merak ettiğim bu oyun için, bu sohbet sonrasında daha da çok heyecanlandım. 

Hangi oyuncuların performanslarını izleyeceğime karar vermek ÇOK zor oldu. Siz karar verebildiniz mi? Henüz incelemediyseniz, 12 Ocak’tan 27 Şubat’a kadar sadece 40 kez sahnelenecek oyunla ilgili bilgiler ve biletler burada.

Oyunun detayları ise sohbetimizde. Perde açılsın!

Nisan Ceren Özerten

Neler yapıyorsun bu aralar?

Aydınlık Evler oyunumuz devam ediyor. Bir çocuk oyunu yaptık geçen sezon. Emin Alper ile yaptığımız Öteki oyunu var. Dünyada Karşılaşmış Gibi bir ara halinde şu anda. Bakalım neler olacak… Şimdi bu sezonda yeni bir oyun yaptık, Fora. İstanbul Tiyatro Festivali'nde prömiyerini yaptı. Bir de On Bin Adım dizisinin üçüncü sezonunu çektik. Bu sefer Binnur Kayalı bir sezon bekliyor bizi. Çok heyecan verici, çok tatlı. Bir de şimdi Ocak ayı için enteresan bir proje hazırlıyoruz: Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan. 

Hepsi tek tek hepsini sormak istiyorum ama sanırım şu ara herkesin en çok merak ettiği iş Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan. Ondan başlayalım mı?

Tek bir metin ve 40 oyuncu var. Her bir oyuncu bir kere oynuyor oyunu. Tek kişilik bir oyun yani. 40 farklı akşam, 40 farklı oyuncu ama hep aynı metin. Alamet-i farikası da şu, oyuncu sahneye çıktığında kapalı bir zarfın içinde, oyun metnini veriyoruz. Önceden metni görmüyor. Yani hazırlık yok, prova yok, yönetmen yok. Metni alıyor ve seyirciyle aynı anda metinle karşılaşıyor ve oyunu o anda yaratıyor.

Çok merak uyandırıcı! 

Oyun içinde oyun gibi. İranlı yazar Nassim Soleimanpour’un oyunu. 2011'de Edinburgh Fringe'de prömiyer yaptı. Nassim’in o dönemde seyahat yasağı varmış. “Ben bir yere gidemiyorum ama bir şey yazayım ve dünyayı gezsin” demiş ve Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan, bugüne dek 25 farklı dilde, 30 farklı ülkede, 1000'e yakın temsille sahnelendi. Geçen sene Londra’daydı. Oyunculardan Devrim Yakut “Oyuncuların hayatında çentik gibi bir proje bu” dedi ve gerçekten öyle. Çok heyecanlıyız. 

İzleyici için 40 oyuncu arasında karar vermek zor olacak, şahsen en az 5 kişiyi izlemek istiyorum! 

Evet seyirci için seçimi çok zor bir iş. Bu yüzden kombine bilet yapmayı da düşündük ama olmadı. 

Senin açından nasıl bir deneyim bu oyun? 

Hakikaten beni çok heyecanlandırıyor. Bir oyun yapmanın ötesinde, bir tiyatro etkinliği, bir tiyatro tecrübesi gibi bir iş. “Deneyim” kelimesinin içi boşaldı ama bu oyun o kelimenin karşılığı. Çünkü hiçbirimiz oyunlarda ne olacağını bilmiyoruz ve her akşam aynı bilinmezlikle perde açılacak. Her akşam farklı oyuncu, farklı seyirci ama aynı metin. Bizi uçuran bir iş.

Oyunu, biraz ruhuna da uyacak şekilde Ermenice, Rumca, Kürtçe gibi ülkenin azınlık dillerinde de sergilemeyi düşündünüz mü? 

Ne güzel olurmuş, düşünmedik. Müthiş bir fikir. Belki ileride. Şu an nasıl ilerleyeceğini bilemiyoruz. 2011’den bu yana, yani 15 senedir metnin gizliliği korunarak bütün dünyada oynanıyor. Yani olabildiğince saklanmış oyun. Bizim oyuncularımızın hiçbiri kendinden önceki oyuncuyu izlemeyecek. Öyle tatlı kuralları var. Bu şartlar içinde, aynı ülkede farklı diller ve kültürlerle sergilenmesi Nassim’in de çok hoşuna gider eminim ama çalışır mı, o gizlilik ne kadar korunur bilemiyorum. Her ülkede en fazla 60 temsile hak tanınıyor. Ben de çok sünsün istemedim açıkçası. O yüzden 40 temsille, 4 ayda tamamlayalım dedik. Ama sonra acayip bir ilgi olur, 20 temsil daha ekleyebiliriz. 

O kadar gözlerin parlayarak anlatıyorsun ki, heyecanın hemen anlaşılıyor. Genel olarak bir projenin seni heyecanlandırması için ne gerekli? 

Klişe bir cevap olacak ama iyiyse heyecanlandırıyor. Oradaki potansiyeli görmek bir yapımcının vazifesi mutlaka. Oradaki kokuyu almak, “buradan iyi bir şey çıkar” demek… Tabii ki her zaman bunu başaramayabiliyorsunuz ama orada bir şey varsa heyecanlanıyorsun. Bazen de Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan gibi, farklı bir şey yapmanın heyecanı da olabiliyor. Riskli çünkü. Bu beni korkutan bir şeydi mesela bu. Bazen konsept güzel görünüyor ama içi bomboş oluyor. Bu öyle değil mesela. 

Oyun ya da iş ortaya çıktıktan sonra yorumlarla ilgili endişelenir oluyor mu? 

Benim en korktuğum şey özellikle oyunlarla ilgili “Bunu neden yapmışlar diye, ne gerek varmış” şeklindeki yorumlar. Birinin sevmemesi, nefret etmesi, eleştirmesi bile ona dair bir kıymet, bir zaman demek. Ama anlamsız bir şey yapmak en korktuğum, en kaçındığım ve her seferinde o amatör ruhla ama profesyonelce “Buradan ne çıkar, bunu kurtarayım mı, bunu en iyi noktaya ya da olması gereken yere nasıl getiririm” şeklinde yaklaşıyorum. Bir de tabii ki kendimi yazar, yönetmen, hikaye anlatıcılığı anlamında bir sürü işle güzel ortaya koymuş insanlarla çalışma fırsatı buldum. Başta Berkun Oya. 20 sene oldu artık. O deneyimle de güçlü ve zayıf projeleri birbirinden ayırabiliyorsun.
Ama ben kendi heyecanlanmadığım bir şeyi yapamıyorum. Amatörlük dediğim şey de o.
İçerisinde olacağım, sonuna kadar götüreceğim ve realize edeceğim projeyi. Çünkü ben bir realizatörüm. Yani bir fikri mükemmele yakın, mükemmeli hedefleyerek şekilde realize etmek benim görevim. 

O görev ilk perde kapandıktan sonra mı bitiyor? 

Hiç bitmiyor. Yazar, yönetmen daha şanslı. Yapımcının ve yapım ekibinin de çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Hele günümüz koşullarında, durumlarında,  bizim görevimiz hiç bitmiyor. Çünkü hem çok fazla güzelliği barındırırken aynı zamanda da çok fazla sorunu da barındırıyor. İnsana dair canlı ve zamana yayılan bir iş yaptığımız için provası yapılıyor, başlıyor, seyirciyle buluşuyor. Ondan sonra da bizim işimizin başka bir tarafına başlıyoruz.
Orada da problem çözmek, yeni şeyler aramak devreye giriyor. 

Nisan Ceren Özerten

Uzun zamandır tiyatroda en çok konuşulan konulardan biri bilet fiyatları diğeri ise televizyon dizisi oyuncularının tiyatroda olması…  İzleyicinin televizyonda görmeye alışık olduğu kişilerin sahnede olması artık oyuncu açısından prestij ama izleyici açısından artıları eksileri çok tartışılır gibi… Sen ne düşünüyorsun bu konuda? 

Burada bir kavram karmaşası olduğunu düşünüyorum. Kişisel bir yerden cevaplayacağım.
Dünyada da hani bir Juliette Binoche'u, Isabelle Huppert’i, Clive Owen’ı Jude Law'u sahnede izlemek çok ciddi tiyatroya gitme sebebi. Çok büyük isimler… Ama aynı zamanda tiyatro geçmişleri olan oyuncular. Şimdi bu inanılmaz bir zevk ve merak unsurudur. Bizde de böyle bir denklemde çalıştığında harika bir şey çıkıyor ortaya. Bizde de böyle isimler var çünkü. Onları kanlı canlı bir performansta izlemek, farklı performanslarda, oyunlarda izlemek bence çok büyük bir zevk. Bu, “celebrityler tiyatro yapıyor” anlamına bence gelmiyor. Biz de özellikle tiyatro yapan insanlar olarak bunun çok yolunu açtık ama ben hiç, yeteneği olmayan ya da yeteneği daha zayıf ama sadece ünlü olduğu için biriyle çalışmayı tercih etmedim. Hiçbir zaman da etmem. Ama bir kişiye uygun, terzi usulü bir proje dikmek de mümkün.
Yani bir isim vardır, onun etrafında bir şey kurarsınız. Çünkü orada bir yetenek vardır, onun yetenekleri bir yöndedir. Projeyi de o yöne çevirirsin. Bu da bir tercih. Ya da çok büyük klasikleri, farklı farklı oyuncuların oynaması bir tercih olabilir. Ya da Krek'te yaptığımız gibi daha “otör (auteur) tiyatrosu” diyebileceğimiz şeyler yapılabilir. Ben türler bilgisine çok inanıyorum galiba. Yani her şeyi kendi türünde yapmak gerekli. 

Kişiye göre, haute couture oyun örneği var mı bizde? 

Mesela Demet Akbağ yeniden sahneye çıkmak istiyordu. Yılmaz Erdoğan tekstiyle, Serdar Biliş rejisiyle “Aydınlık Evler”i yaptık. Dördüncü sezonununda hala kapalı gişe oynuyor. Seviyorum oyunumuzu.  

Her şeyin kendi türünde yapılması gerekliliğini biraz daha açar mısın? 

Aydınlık Evler’i Krek’te yaptığımız işlerle yada Öteki ile aynı potada eritmek mümkün değil. Oyunculuk açısından da bunu düşünmek gerekli… 

Ben biraz daha aslında tiyatro oyuncusu olmayan isimlerin tiyatroda olma arzusundan bahsediyorum. Bir de tabii daha önce tiyatroya hiç gitmemiş kişilerin sırf bu isimler için tiyatroya gitmesinden… Yine senin yapımcılığını yaptığın Alice bunu fişekleyen işti sanırım. Sırf Serenay Sarıkaya’yı görmek için salonlar tıklım tıklım doluyordu. 

İşin olumlu tarafından bakmaya çalışıyorum. Televizyondaki insanlar tiyatro yapmaya bir merak salmış olabilir. Seyirci de asla görmediği, göremeyeceği isimleri gelip kanlı canlı görmek istiyor. Bu bence başka bir denklem. Aslında dünyadaki, Türkiye'deki, hayattaki herhangi bir konudaki bir değişim, yıpranma, dönüşüm bizim alanımıza da, tiyatroya da yansıyor gibi düşünüyorum. Demin söylediğim gibi, orada hangi oyuncudan bahsettiğimiz önemli. Serenay'la biz Alice projesini yaptık ama Serenay'da o potansiyel, yetenek olduğu için bütün bu maddi manevi yatırım onun üzerine yapılabildi. Serenay sahnede olmak istiyordu. Onun kumaşını çok iyi dikilebilecek, uygun olabilecek, yeteneklerini göz önüne çıkartabilecek bir proje yapıldı. Çok çalışkan, azimli, kendini yaptığı şeye veren ve sahnenin kıymetini bilen bir oyuncu. Yani sahnede olmak tırnak içinde söyleyeceğim “bana verilmiş bir şans ve bunun hakkını vermeliyim” duygusuylaydı, çok güzel çalıştık. 

Değişen izleyici oyuncuları nasıl etkiliyor? 

2200 kişilik bir salonda ayda 4-6 sold-out temsil sahneliyorduk pandemi öncesi. Şimdi koşullar farklı tabii. Çok heyecan verici bir konu ama oraya gelecek seyirci kitlesiyle ilgili büyük bir karmaşa var. Ama bugün dünyada her şeyle ilgili bence durum böyle. Yani çokluk, hız, karmaşa, herkesin her şeyle ilgili bir fikir söylemesi… Hepsi bunun bir yansıması. Tiyatro izleyicisi kültürü, adabı yok oluyor. Ama neredeki kültür ve adab yok olmuyor ki? Biz bildiğimiz şeyi, iyi bildiğimiz şekilde, nezaketle yapmaya devam edeceğiz. Ama bu da bir değişim ve kabul etmeliyiz. Festivalde III. Richard’ı izledim. Üç buçuk saat sürdü. “Ben üç buçuk saat telefonuma bakmamışım” derken buldum kendimi. Çünkü sürekli bakıyorum, yani oğlum mu aradı, bir şey mi oldu falan yani hayat böyle artık çünkü. Ama üç buçuk saat boyunca hiç bakmayı düşünmemişim bile.
İzlemek bir dikkat kriterine döndü çünkü. Dikkat çok dağınık hepimizde. Yani zamanın ruhu bu, çağımızın koşulları, tiyatro gibi bir alanın canlı performansı ve seyirci... Tiyatroda seyirci var. Orada. Sesiyle orada, nefesiyle orada. Bağırdığıyla, enerjisiyle. Bazı akşam çıt çıkmıyor, bazı akşam her dakika gülüyor seyirci. Zaten tiyatro bu demek. O yüzden çağımızın değişiminde tiyatronun değişmemesi mümkün değil bence. Ama bunu olumsuz olarak görmüyorum.

Aslında hiç böyle düşünmemiştim, izleyici değişti çünkü çağ değişti, insanlar değişti…
Evet, “televizyon yıldızları” tiyatro yapıyor diye seyircinin dikkati dağılmadı. Zaten dikkat dağınıklığı  global bir problem bu çağa dair.

Öte yandan daha tecrübeli oyuncularla birebir oynayabilmek, onların ekollerini deneyimleyebilmek için bir şans aslında. Fora’da Kubilay Aka-Şerif Erol eşleşmesi gibi. Bir dizi setinde bir araya gelmekten çok farklı bir paslaşma tiyatro…

Böyle riskli durumları seviyorum. Yenilikleri denemek zorundayız. Nasıl yeni yönetmenlere, şans vermeye çalışıyorsak oyuncular için de aynı şey geçerli. Orada bir potansiyel varsa, bir sebeple o role uygunsa, o karakteri çıkartabileceğini düşündüysek, bazen sadece bununla ilgili müthiş bir heves duyuyorsa biz yapımcılara, yönetmenlere, yazarlara daha cazip gelebiliyor. Profesyonel oyuncular var, heveslerini kaybetmişler. Bunlar ortak bir reji dilinde, dramatürji dilinde buluşabiliyorsa çok keyif veriyor.

Tiyatronun sorunlarından bahsederken bu sene yaşadığımız ifşa olaylarını unutmamak gerekli. Bir yapımcı, bir kadın yapımcı olarak sen setlerde, kulislerde herkesin güvenliğini ve huzurunu sağlamak için nasıl önlemler alıyorsun? Genel olarak neler yapılması gerektiğini düşünüyorsun?

Bu tür konuların çok ince bir çizgide gezdiğini ve bıçak sırtı bir durum olduğunu düşünüyorum. Genel olarak çalışma alanlarımızdaki huzuru sağlamak bir yapımcı olarak en temel vazifelerimden mutlaka. 

Hem bu konunun uzmanlarıyla hem de ekibimizin incelikli gayretleri ile şu ana kadar olumsuz bir şey yaşamadık. Fakat insana ve psikolojiye dair, insanla iş ürettiğimiz için her zaman çok dikkatli ve temkinli olmak gerektiğini düşünüyorum.

Nisan Ceren Özerten

En başa döneceğim, sonuçta sinemanın göbeğine doğdun. En sevdiğimiz, birlikte çalışmayı en çok isteyeceğimiz insanlarla birlikte büyüdün ama sinemayı değil tiyatroyu tercih ettin. Neydi senin için tiyatroda cezbedici olan?
Ben aslında çok iyi bir tiyatro izleyicisi, ciddi bir tiyatro takipçisi değildim. Sinemayla ilgili bir şey yapmak istiyordum. Sanat yönetmeni olmak istiyordum. Hatta Almadovar'la çalışacağımı düşünüyordum. Ankara'da mimarlık okudum. Sonra İstanbul'a geldim. Böyle bir takım nokta atışı, görüşmeler yaptım kendimce. O görüşmelerde de büyük yapımcılara, yönetmenlere
“ben bir sene falan işi öğrenip sonra Madrid'e gideceğim” diyordum. Neden diyorlar?
“Pedro Almodovar'la çalışacağım” diyordum. Duyan kahkaha patlatıyordu. Birisi de “bu kız da bu ciddi bir hayalperest ve çok hevesli. Bunu alalım” dedi. Sonra orada çok hızla yapım tarafına geçirdiler beni. Mine Vargı - Ömer Vargı’yla bir sene geçirdim. Müthiş bir okuldu.
Çok severim her ikisini de ayrı ayrı. Tam orada istediğim şeyi yaptım aslında. “Production designer” gibi yapımcıyla yönetmen arasındaki noktadaydım. Finansman, estetik, kreatif ve şartlar. Bunlar nasıl dengelenir, nasıl optimize edilir… Aslında yapmak istediğim şeye doğru giderken, “sen yapımcılık yapacaksın” dediler. Nasıl? Ben de bunu yapmak istemiyorum ama mecbur. Reklam filmleri, Avrupa Yakası, kısa filmler, İranlı bir yönetmenin belgeseli, çok çeşitli işler ve Yavuz Turgul'la Kabadayı filmi… İnanılmaz öğretici oldu benim için ama hoşuma gidenin set ve film dünyası olmadığını fark ettim. Sonra Berkun'la (Oya) tanıştık.
Yollarımız kesişti. O da “İyi Seneler Londra”yı yeni tamamlamıştı. Devlet tiyatrosundaydı.
Bir anda böyle dilimiz, kafamız tuttu. Böyle bir partnerliğe girelim dedik ve ben o tarafı bırakıp tiyatroya atıldım.

Yangın Duası ile mi başladın tiyatroya?

Evet. Bir insanın ilk çalıştığı oyun Yangın Duası olunca, Devlet Tiyatrosu’nda Ülkü Duru, Ahmet Uğurlu, Ali Atay, Berkun Oya ile çalışınca… Devlet tiyatrosu ekonomisinde o terzi abiler, o sahne arkası, tüm her şey derken aşık oldum tiyatroya. “Ben burada çalışmak istiyorum. Set bana göre değil” dedim. Sonra da arkası geldi.

Berkun Oya’ya sadece oyunları için değil seni tiyatroya kazandırdığı için de teşekkür ediyoruz o zaman.
Ben de teşekkür ediyorum.

Çok fazla yeni oyuna gittim son iki senede. Gençler, sosyal medyanın da yardımı ile küçük oyunlar çıkartıyorlar. Ama sonuçta zorlanıyorlar. Bunların bambaşka bir tarafından gelmiş birisi olarak ve izleyiciyi de artık çok iyi analiz edebilen bir profesyonel olarak önerilerin var mı tiyatro yapmak isteyenlere?

Bu soru bana çok geliyor ve içim biraz cız ederek cevaplıyorum. Ama 10 yıl önce benim verdiğim cevapla bugün verdiğim cevap çok farklı değil: Yapmaya devam etmek lazım.
Çünkü yapmaya devam etmek, azimle iyi bir şey yapmaya çalışmak, iyi bir şey yapmayı doğurur eninde sonunda. İyi şeyler karşılığını bir şekilde bulur diye düşünüyorum. Şöyle bir yerden de söyleyeceğim, biz de bunu tecrübe ettik. Sponsoru, finansmanı, sahnesi, ünlüsü, PR'ı  hiç eksik olmayan bir projede oyun iyi çıkmadığı için olmadı. Ve oyunu bir buçuk sezonda kaldırdık. Benim hayatımdaki bu şekilde tek tecrübedir. Dolayısıyla eninde sonunda oyunun iyi olması lazım. Bugün görünürlük elbette çok önemli ama ölçeklendirme, doğru konumlama, doğru ölçekleme aslolan. Oyunu yapmak ilk aşama, daha kolay olan aşama.
Ondan sonra devam edebilmesi için, oradaki hem matematiği, hem konumlamayı, hem ölçeği, yani hangi salonda, hangi izleyiciyle buluşacak, kim oynuyor, finansmanın ne konuları önemli. Buna daha fazla kafa yorulmalı. 

Nisan Ceren Özerten

Kendi sahneni kurmayı düşünmüyor musun?

Hayır. Bizim Berkun’la bir sahnemiz vardı, çok güzel zamanlardı. 80 kişilik bir sahne, haftada 5 gün oyun oynuyorduk. Pazar günleri de Büyük Ev Abluka'da konseri yapıyorduk gibi bir dünya… Yani 7 gün açık. O zamanki oyunlarımızı 4 ay önceden sold-out oluyordu. Tabii rakamsal olarak bugünlere vurduğunda belki daha az rakamlar gibi ama potansiyel anlamında çok yüksekti. Fakat mekancılık çok zor bir şey ve bence başka bir konu. Yani yapımcılık başka bir konu, mekancılık başka bir konu. Ama zaman zaman böyle teklifler geliyor, düşünüyoruz… Çünkü İstanbul'da sahne çok büyük bir problem. Kurumlara bağlı tiyatrolar bir süre sonra o kurumun misafirlerine uygun hale geliyor. Kurumları da anlamak lazım diye düşünüyorum. Çünkü bizde kurumların başında genel sanat yönetmenleri, sanat direktörleri olmadığı için aslında o seçkiyi neye göre yapıyor kurumlar tartışılması gereken şeyler. Dolayısıyla kendi prodüksiyonlarına yer vermek istiyorlar. Oralardaki şartlar çok sert olduğu için bizim gibi tırnak içinde “gişe tiyatrosu”, “prodüksiyon tiyatrosu” gibi tiyatrolar dışındaki yapımcılara, oyunculara, topluluklara kapalı hale geliyor. Bu durum çözülemiyor. Küçük tiyatrolar 2010'lar itibariyle, pandemiye kadar adım adım müthiş bir yükseliş gösterdi. Bağımsız topluluklar, bağımsız oyunlar yükseldi ama şimdi ekonomik kriz, yükselen maliyetler, seyirciye yansıyan bilet fiyatları derken seyirci ayda 4-5 oyuna gidebilecekken bir oyuna gitmek zorunda kalıyor. Ve o tek hakkını da daha çok büyük prodüksiyon, ya da işte televizyon yıldızı görme, ya da merak ettiği bir tiyatro yıldızını görme gibi bir yerden kullanıyor. Dünyanın her yerinde böyle bu arada sadece bizde de değil maalesef.Tiyatroyu bundan sonra nerede görüyorsun?Artık yapay zekanın devreye girmesi, daha teknolojik oyunların dünyanın genelinde oynanması gibi durumlardan sonra bana “tiyatro zaten eninde sonunda bitecek” deniyor. Kalbimin ucu acıyor bu yoruma. Böyle şey mümkün olabilir mi?
Mümkün değil. İnandığım bir şey varsa o da tiyatro asla ve asla bitmez. Her zaman küllerinden doğar da değil; kül falan yok tiyatro gürül gürül devam eder. Şartlar zorlaşır.Seyirci azalır, rakamlar artarsa bu ayrı bir konu ama tiyatronun doğası itibariyle bitmesi bence imkansız. Ben yapay zekaya inanmıyorum, kullanmıyorum, uzak duruyorum mümkünse.

Aaaa!

Evet, hiçbir şeyim yoktur, hiçbir bilgim yok. Olmamasını istiyorum. Bir gün eğer hayatta kalırsa zaten ben onun en yüksek versiyonuna ulaşırım… 

Çok mantıklı…


Bunda zaman kaybetmiyorum. Analog tarafa daha çok inanıyorum açıkçası. Yapay zekayla üretilen her şeyin bir şekilde birbirine benzediğini düşünüyorum. Dil yok, ruh yok. Duygu yok, hata yok. Dolayısıyla bizim yaptığımız işten çok uzak olduğumuz bir durum. Sadece tiyatro değil, film, dizi, yazarlığı, senaristlik vesaire bu alanlardan bence çok çok ayrı bir yerde duruyor. Ama bu benim çok kişisel bir fikrim. Mesleki bir görüşüm değil kişisel, insani bir fikrim. Pandemide olduğu gibi tiyatro dijitalleşecek mi denince de “tiyatro niye dijitalleşsin, o zaman tiyatro olmaz” diyorum. Ama “ne olabilir” diye yeni biçimler aramak üzerine kafa yorup, mesela Podacto diye bir şey kurmuştuk pandemide.

Evet, çok güzeldi!


Çok sağ ol. Radyo tiyatrosu, o zaman kulak tiyatrosu demiştik ve yüze yakın oyun kaydettik.
Yerli, yabancı ve podcast formasında yayınladık. Bence bunlar tatlı formüller. Evet, dijitali kullanalım, daha çok erişim, hız vesaire bu çağda ayak uyduralım ama o benim için canlı bir şeyi çekip koymak ya da canlı bir şeyi bir robot aracılığıyla yazmak değil. Gene canlı biçimde, kendi doğasına uygun formüller bulmaktan bahsediyorum. 

Son olarak, On Bin Adım’ın üçüncü sezonundan bahsetmek ister misin? O da aslında tiyatro ruhu olan bir dizi. 

O da çok heyecan verici, tatlı. Otuz bölüm çekebilmiş olmak çok mutlu ediyor insanı.
Her ne kadar her bölüm on dakika olsa da… Bu sezon Binnur Kaya var. Engin Günaydın benim yakın arkadaşım. O dönem onunla bir tiyatro oyunu için çalışıyorduk. Devin Özgür Çınar’la bana bu fikirden bahsettiler. Onlar çok eski arkadaş. “10 dakikalık bölümler, iki eski sevgili yürüyorlar ve 10 bin adım atmak zorundalar. İlişkiler, hayat falan konuşuyorlar” dediler. Biz Faruk’la “bu çok iyi, hadi yapalım” dedik. Onlar da şaşırdı. O sırada Gain ile görüşüyorduk. Cem oradaydı, Gözde Akpınar vardı. Cem Aydın da benim çok eski bir dostum. Öyle başladı her şey. Hatta bunu global hayal etmiştik. Rusya’da çekiliyor, Rus çift kendi kültürüne ait konular konuşuyor, Fransa’da başka gibi.. Kültürlere yayarsan o zaman hem lokal hem evrensel bir ton yakalayabiliyorsun… İşte bugün de 30 bölümdeyiz!

Farklı ülkelerde çok tatlı bir iş olurmuş!


Hala mümkün bir dünyaya satılması, bir gün neden olmasın?

Üçüncü sezonda Engin Günaydın yok mu?

Hayır, Binnur Kaya var. Binnur’la Devin yürüyecekler, iki kız kardeş. Çektik, bitti.
Post prodüksiyonda ve bahar aylarında yayında olacak.

Şahaneymiş. Devin'in yazdığı Fer dizisi de harika!

Çok güzel değil mi?

O halde önce Beyaz Tavşan, Kırmızı Tavşan’ın alkışı bol olsun sonra yeni işlerini heyecanla bekliyoruz! 

Beyaz Tavşan Kırmızı Tavşan

Beyaz Tavşan Kırmızı Tavşan’ın Paribu Art’ta gerçekleşecek temsillerinin takvimini aşağıdaki gibi. Biletlere ise buradan ulaşabilirsiniz.

12 Ocak Pazartesi

19:00 / Demet Akbağ
21:00 / Uraz Kaygılaroğlu

13 Ocak Salı

19:00 / Cem Yiğit Üzümoğlu
21:00 / Burcu Biricik

14 Ocak Çarşamba

19:00 / Şebnem Bozoklu
21:00 / Beril Pozam

15 Ocak Perşembe

19:00 / Enis Arıkan
21:00 / Zeynep Dinsel

16 Ocak Cuma

19:00 / Ceren Karakoç
21:00 / Devrim Yakut

23 Şubat Pazartesi

19:00 / Onur Ünsal
21:00 / Ayça Bingöl

24 Şubat Salı

19:00 / Şevval Sam
21:00 / İdil Sivritepe

25 Şubat Çarşamba

19:00 / Melikşah Altuntaş
21:00 / Selen Öztürk

26 Şubat Perşembe

19:00 / Funda Eryiğit
21:00 / Sezin Akbaşoğulları

27 Şubat Cuma

19:00 / Erkan Kolçak Köstendil
21:00 / Hazal Türesan