Published in  
Seriler
 on  
June 12, 2025

Perfect Days ve Mükemmel Olmayan Günlerin Çaresizliği

Dikkat: Perfect Days filmi spoilerı içerir!
Kategori
Seriler
Tarih
12/6/25

Perfect Days ve Mükemmel Olmayan Günlerin Çaresizliği

Dikkat: Perfect Days filmi spoilerı içerir!

Kategori
Seriler
Tarih
12/6/25

Perfect Days ve Mükemmel Olmayan Günlerin Çaresizliği

Dikkat: Perfect Days filmi spoilerı içerir!

Bıktım. Sürekli sesimi çıkarmaya çalışmaktan, çıkarabildiğim sesin hiçbir şeyi değiştirmemesinden, “değişterecek” diye umutlandığım anda da sesimin kkestirilmesinden bıktım. Her günümün bir uğraş olmasından, olup bitenlerin kanıma bu kadar girebilmesinden bıktım. Adapte olmaktan, adapte olmaya adapte olmaktan, alışmaktan bıktım. “Gün gelecek, devran dönecek” diye beklemekten, umut kırıntılarıyla beslenmekten bıktım. “O umut kırıntıları bakalım bu sefer bize ne gibi bir kazık atacaklar?” ya da “bakalım bu sefer o kırıntılar nasıl süpürülecek?” diye beklemekten; sürekli birilerine güvenip, sürekli güvenimizin kırılmasından, bu sebeple de güveneceğimiz insanlara kaygılı bağlanmaktan da bıktım. Bu kadar bıkmanın arasında ben nasıl var olacağım? Nefes alamıyoruz; aldığımız küçük nefeslerle hayata tutunmaya çalışıyoruz ve bu çok yorucu. Ki kimi zaman o aldığımız küçük nefesleri de çok görüyorlar bizlere. Herkes bu kadar etkilenmiyordur belki ülkeden ve gündemden. Nasıl başarıyorlarsa bunu, sırlarını duymak isterim. Ama yirmi altı yaşında biri olarak, yaşıtlarım ve benden genç olanlar için, geleceğimizi hiçbir koşulda öngöremediğimiz bir ülkede, var olan koşullar da yeterince zorken, hayatımızla ilgili kararları istediğimiz gibi, gönlümüzden geçtiği gibi almamız mümkün mü gerçekten? Buna izin var mı; yoksa sadece belli koşullarda, izin verildiği kadar mı genç olabiliyoruz; bize izin verildiği kadar özgürce mi alabiliyoruz o kararları? “Ben daha gencim; önümde çok yıllar var. Her şey yoluna girer.

İllüstrasyon: Arda Aral

Her şeyi yapmakta özgürüm” mü yoksa bu koca bir yalan mı? İhtimaller denizinde savrulurken, yolun başındayken tüm bunların nasıl dert edilmediğini bana anlatabilecek, beni gerçekten ikna edebilecek biri, bir yol, yöntem var mı? Sürekli bu bıkma hissine geri dönsem de, yorgunluğum asla dinmese de kendimce aradığım, deneyip yanıldığım, kimi zaman işe yarayan, kimi zaman hiçbir işe yaramayan ama uyguladığım yöntemler var; çünkü insan bir hayvan ve hayatta kalmak bir refleks. Enseyi karartıp günümü ya da zamanımı kendime cehennem etmemek için çabalarken bu yöntemlerin faydasını görüyorum. 

Mesela, farklı bir açıdan bakmanın gerçekten de insanı rahatlattığını gördüm. Tarihe dönüp bakıyorum; ve büyük isimleri, çok güçlü görünen isimleri hatırlıyorum şöyle bir. Bu isimleri hatırlayınca hepsinin tarih olduğunu, zamanında çok güçlü olanların bile bir sonu olduğunu tekrar ediyorum kendime. Herkesin, her yönetimin, her krallığın bir sonu var. Ve gençliğimin burada bir avantaj olduğunu düşünerek, o sonu göreceğime inanıyorum. Bu noktadan sonra işler çirkinleşebilir; düşüncemi dallandırıp budaklandırıp hiç istemediğim yerlere götürebilirim. O sebeple önce bunları ağlayarak günlüğüme yazdıktan sonra burada durup hiç istemediğim yerlere götürmeden, bu kendime hatırlattığım umut kırıntısına tutunuyorum ve tırnaklarımla kazıyarak hayata dair motivasyonumu gömdüğüm yerden çıkarıyorum. Üstüne şunu da ekliyorum: Devam etmek zorundayım ve hiçbir yere gitmiyorum; çünkü bir yere gitmesi gereken ve gidecek olan kişi ben değilim. Ayrıca, daha genç olan gençlere genç gelmeyecek gençliğimi hatırlayarak ve kendimi o gençlerden sayarak, biz mücadele etmeyeceksek kim edecek sorusunu ekliyorum; böylece dirilttiğim motivasyonum biraz daha yaşam buluyor. Tüm bu hislerle boğuşmak benim için hiç yeni bir şey değil ne yazık ki. Sadece, yaşadığımız son olaylarla birlikte, artık dayanılmaz bir hale geldi. Ama dediğim gibi, adapte olmaya da bir şekilde adapte olduğumuz, yine de yaşadığımız şeyin normal olmadığını hatırlayarak, tutuklu herkesi unutmadan, hayatımıza devam etmek zorundayız. Çünkü akıp geçiyor hayat ve zaman. Dirilttiğim motivasyonumu bana iyi gelen şeyleri yaparak neşelendirmeye, ona can suyu olmaya çalışıyorum.

Bana iyi gelen şeyler:

Yürümek,

müzik dinlemek,

film izlemek,

yazmak…

diye gidiyor liste. Bunların çok iyi geldiğini fark ettikten sonra onları hayatımın içine bol bol katıyorum ki bir yandan da takip etmeyi bırakamadığım gündem meselesindeki tüm negatiflikle savaşabilecek bir gücüm olsun. 

Ama hepsinin içinde filmler, sinema özellikle iyi geliyor; çünkü gerçeklikten kopmaya, başka hikayeler duymaya ihtiyacımız varken o başka hikayelere dalıp gitmek bir nefes oluyor, almama engel olamayacakları bir nefes. Bu nefesi alabilmek için de her gün bir film izlemeye çalışırken buldum kendimi ve Wim Wenders’in Perfect Days’i ile kesişti yollarımız. Uzun zamandır izlemek istiyordum Perfect Days’i ve belki de bu zamanda izlemek en iyisiymiş. 2023 yapımı, Cannes Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü alan ve en iyi yabancı film dalında Oscar adaylığı bulunan Perfect Days, Tokyo’da yaşayan bir tuvalet temizlikçisinin hikayesini ve onun günlük hayatını konu alıyor. Umumi tuvalet temizlemek hepimiz için çok kötü bir fikirken Hirayama işini büyük bir bağlılık ve özveriyle yapıyor. Aslında her gün aynı şeyi yapıyor: Her sabah kapısının önünü süpüren komşusunun süpürge sesiyle uyanıyor, dişlerini fırçalıyor, tıraş oluyor, çiçeklerini suluyor. Sonra evden çıkıyor, otomattan kahvesini alıyor. İşi için yola çıkmadan, o sabah için kaset koleksiyonundan bir kaset ve bir şarkı seçiyor; şarkısını yolunun üstündeki kuleyi görmeden başlatmıyor. Kaset koleksiyonu ise eski ve efsanevi rock gruplarından ve müzisyenlerinden oluşuyor: Velvet Underground, Rolling Stones, Patti Smith, The Animals, Lou Reed gibi. O gün temizleyeceği tuvalet rotasındaki ilk tuvalete varıyor ve çalışmaya başlıyor. Öğle arasında, aynı yemeği alarak hep gittiği parka gidiyor ve ağaçların rüzgardaki salınışını, yaprakların güneşle dansını seyrederek yemeğini yiyor. Cebinde taşıdığı analog kamerasıyla ağaçların ve gölgelerin resmini çekiyor. Sonrasında işine devam ediyor, mesaisini bitiriyor ve eve dönüyor. Üstünü değiştirip bisikletine atlıyor ve hamama gidiyor, yıkanıyor. Her gün gittiği lokantada önce buzlu bir su içiyor, sonra yemeğini yiyor. Eve dönüyor. Uyumadan önce kitabını okuyor ve uykuya dalıyor. Teknolojik hiçbir aleti yok: Telefonu eski, kamerası eski, kasetleri eski, televizyonu yok. Basit hayatının her anının keyfini çıkarıyor. Her gün yaptığı şeyleri yaparken büyük bir zevk alıyor. Hızlı tüketim, hızlı yaşam ve koşturmaca çağında çoğu insana monoton ve sıkıcı gelecek bu günler onun için mükemmel. 

Perfect Days

Perfect Days şunu söylüyor: Her şey, hayat bu kadar basit aslında. Bize dayatılan hep daha fazlasına ihtiyacımız olduğu: Daha fazla kıyafet, daha fazla eğlence, daha fazla para, daha iyisi, daha güzeli. Teknolojinin, sosyal medyanın hayatımızda kapladığı yer her geçen gün büyüyor ve kendimize engel olamadan bu büyüklüğe kapılıp gidiyoruz. Hayat her gün daha karmaşık bir hal alıyor. Temellerimizden, doğadan uzaklaşıyoruz. Büyük bir şehirde yaşıyorsanız eğer gökyüzünü görmek bile bir mesele. Oturduğunuz evden ufku görebilmek bir lüks. Ufku görebilmek için, uzaklara dalıp gidebilmek için bile bir yere gitmeniz gerekiyor. Sıkışıp kalıyoruz bir kaosun içinde. Buna itiliyoruz ve engel olamıyoruz. Gökyüzünü göremedikçe unutuyoruz ne kadar küçük olduğumuzu. Kendi diktiğimiz binalar etrafımızı sardıkça, kendimizi olduğumuzdan çok daha büyük sanıyoruz. Tüm o binalar engelliyor gökyüzünü görmemizi. Bizi sıkıştırıyor, kandırıyor; olmadığımız biri gibi olduğumuzu zannediyoruz, dünya bizden ve bizim kendi dertlerimizden ibaretmiş gibi. Ama aslında hepsi birer kandırmaca; gökyüzünü görebilsek her gün, her gün ufka bakabilsek zaten hatırlayacağız, anlayacağız ne kadar küçük olduğumuzu. Doğadan uzaklaştıkça kendi insanlığımızdan uzaklaşıyoruz; uzaklaştıkça da kaybettiğimiz insanlığımızı arıyoruz. Hirayama’nın Mükemmel Günleri’ni izlemekse hayatın bu kadar zor olmasına gerek olmadığını, elimizdekine dönüp baktığımızda orada da kıymetli şeyler bulabileceğimizi hatırlatıyor insana. İçinde yaşadığımız zamanın getirdiklerine ve gerekliliklerine karşı koymak da ayrı bir savaş elbette. O da ayrıca yoruyor insanı. 

Hedef karşı koymak olmamalı belki de; hedef sadece boğuştuğumuz hislerimizden ve kendi dünyamızdan kafamızı kaldırıp, hiçbir şey düşünmeden ağaç dallarının rüzgarda salınışını, yaprakların güneşle dansını izlemek; baharın, güneşin, denizin, yağmurun kokusunu içimize çekmek ve bunu yaparken de yaşadığımızı hissetmek; gündemden, ülkeden, içimizi sıkan ne varsa o dertten bir süreliğine - bu süre bir saniye, bir dakika, bir saat de olsa kendimizi soyutlamak, en azından bunu denemek olmalı. Bahsedilen dertler üzerimize gelmeye devam ederken; biz de yorulmaya ve bıkmaya devam ederken buna bir dur demenin her zaman bu kadar zor olmadığını hatırlattı Perfect Days bana. Teşekkür ederim sinema.