*Bu uzun sohbeti okurken fon müziği olarak dizideki şarkıları dinlemek iyi gelebilir. Tıklayın.
Türkiye’nin dizi tarihinde hiç sarsılmayacak bir yer edinen Kulüp dizisinde önce Matilda’nın hikayesini izledik, Aysel (Raşel) ile yakınlaştık, tartıştık, hesaplaştık. Üçüncü sezonda Aysel ile birlikte Rânâ da büyüyecek ve bayrağı devralacak. Yani bizi bu muhteşem hikâyeyle buluşturan Rânâ Denizer esas kahraman olmaya hazırlanıyor yeni sezonda. Gerçi bu dizinin kahramanı kimimiz için Tasula, kimimiz için Matilda, kimimiz için Beyoğlu, kimimiz için Çelebi, kimimiz için bize hatırlattıkları, kimimiz için susulan tarihimiz, kimimiz içinse Kulüp’ün ta kendisi. En çok da Rânâ’nın kendi kahramanı, babası Fıstık İsmet, sözleri ve taksisi…
Dizi hikâyesinin temelinde aynı ailenin 3 kadınını anlatırken, dizinin arkasında bu işe inanan yetenekli ve güçlü kadroda da 3 kadının adı öne çıkıyor: Pelin Diştaş yayıncı, Ayşe Durmaz yapımcı ve Zeynep Günay da yönetmen olarak Rânâ Denizer’in hayatını “Kulüp” olarak sunma konusunda çok önemli karakterler. Yani Kulüp, kadınların hazırladığı bir kadın hikayesi, o yüzden de bu kadar gerçek diyebiliriz belki...
Bu dizi, Denizer’in hayatının birebir anlatımı değil -her ne kadar muazzam anlatım nedeni ile izleyici böyle olduğuna inanmış olsa da. Hikayeler onun hayatından ilham alıyor sadece. Karakterlerin çoğu gerçek ama ekranda gördüğümüzden çok farklılar. İkinci sezonda tanıştığımız kocaman gözlü, yaşamı bir kamera gibi kaydettiği belli o küçük kızın yani Rânâ’nın babasına hayranlığı, zekası ise birebir aynı. Bu “gerçek kişi” hakkında çok konuşuldu, dizinin “gerçekleri” çok tartışıldı. Dizi çok alkışlandı. Ama Rânâ Denizer’in basında konuştukları hep belli bir çizgide ve “ser verip sır vermeyen” sözlerdi. Onu yakınları dışında sadece ranini.tv olarak tanıyan, sosyal medyada takip eden, senelerdir hikâyesini parça parça okuyan kişiler tanıdı. Bu, dünyayı bir bakışı ile farklılaştırabilecekmiş gibi olan kadını daha yakından tanımak için içim içimi yiyordu ilk sezondan beri.
Uzun süren günlerin ardından buluştuk ve fotoğraf çektirmekte zorlandığı için, ben onu fotoğrafa ikna etmeye çalışırken yani daha kayıt cihazında “record” düğmesine basmadan olağanüstü maceralarını anlatmaya başladı... Kayıt düğmesine basabildiğim noktada Rânâ genç kızlığındaki ilk işlerini anlatıyordu ve tam da Playboy dergisinin Türkiye’ye geliş sürecini ve bu süreçte medyada farklı alanlarda çalıştığı için yolunun dergiyi Türkiye’ye getiren ekiple kesişmesini hatta dergiye kapak olmasının teklif edildiğini anlatıyordu.
Bir dakika sen ne yapıyorsun o sırada, orada işin ne?
Şimdi ben aslında İstanbul Sosyoloji'i de okuyordum. Üçüncü sınıfta terk ettim. Tam 80 darbesi sonrasının öğrencisiydim. Benim idealize ettiğim üniversiteyle karşıma çıkan üniversite taban tabana zıttı. Bunların hiçbiri gerekçe değil çünkü babam hiçbirini gerekçe olarak kabul etmedi. Ama ben o üniversite ruhunu yakalayamadım, lise gibiydi. Bizim zamanımızda, maddi durumun ne olursa olsun bir çalışma hevesi hepimizde vardı. “18 yaşında olacağız ve çalışacağız” hırsı... Önce avukat olmak istiyordum. Babam beni bir avukat ahbabımızın yanına verdi. Süha abi, Mehpare abla kulakları çınlasın. Dilekçeleri daktiloda temize çekiyordum. Arşiv dosyalarını düzenliyordum ama idolüm o zaman yayınlanan bir TV dizisinin avukat kahramanı Petrocelli. Misafir olarak adliyeye götürülüp birkaç mahkeme izlediğimde hayallerim yıkıldı ve avukat olamayacağımı anladım.
Üniversiteyle eş zamanlı olarak bir lisan laboratuvarı pazarlama şirketinde çalışmaya başladım. Kasetlerle dil öğreniyorinsanlar sözde. Ne kadar satarsan o kadar kazanıyorsun. Dolayısıyla ben de annemin tanıdıklarını, babamın tanıdıklarına satmaya çalışıyordum. Sonra aklıma çok zekice bir fikir geldi. Hafta Sonu’nun genel yayın yönetmenliğini de yapmış önemli bir gazeteci ahbabımız vardı; Cahit Poyraz, Karacan Yayınları’ndaydı. Ben de çakal olduğum için dedim ki, bu gazetede en az 200 kişi çalışıyordur. Cahit Abi’yi aradım. “Biz bütün yazı işlerini toplasan 10 kişiyiz ama sen Ali Karacan’ı ara” dedi. Ben de büyük bir özgüvenle Ali Karacan'ı aradım. Sekreteri asla görüştürmüyor “Not alalım”diyor Kapatıyor.1, 3, 5, 9. Ulaşmak mümkün değil. Sonunda bir akşam geç vakitte yayın evini aradım, telefona çıkan beyefendiye “Oğlum bana Ali'yi bağla” dedim. “Bir dakika hanımefendi” dedi. Çat diye karşıma Ali Karacan çıktı. Dedim ki “Kapatmayın. Ben sizi günlerdir arıyorum. Beş dakikanızı rica ediyorum.” “Yarın 11’de gel” dedi. Gittim. Ali Karacan'a lisan laboratuvarı pazarlamak için gittim, o beni reklam servisinde işe aldı. Eser Noyan müdürümüz. Reklam Servisi de ben dahil toplamda üç kişi. Asgari ücretle işe girdim ilk ay sonunda iki misli maaş aldım. Öylesi çalışkanım. Bab-ı Ali’ye girmişim. İstanbul Sosyoloji'yi ne yapayım yani? Karacan Yayınları Playboy dergisinin Türkiye haklarını aldığında da oradaydım... Dediler ki “Playboy'a biz masum kız soyuyoruz.” “Amerika'daki bütün imajımız temiz. Tırnak içinde temiz, masum. Üniversite öğrencisi, komşu kızı. Dolayısıyla sen bizim için önemlisin.” Ben de onlara dedim ki evet çok güzel, şahane, Allah razı olsun da sonra ne olacak? Ben sonra ne yapacağım burada? Amerika’da değiliz ya...
Vay arkadaş!
"Vay arkadaş" dedim ben de yani. Pilot fotoğraflar çekilecek, üç buçuk ay Amerika'da kalacağım. Sonra da orada devam edeceğim Playboy'da. Artık Playboy’da ne işi ise... Ben bir heves geldim eve babama anlattım. “Baba dedim 5 bin dolar veriyorlar”. Dinledi hiç lafımı kesmeden, bütün ciddiyetiyle. “Güzel” dedi. “7 bin dolar versinler, analı kızlı poz verin, çok ses getirir” dedi. Dümdüz “Hayır” dese çoktan kapak kızıydım..
Mükemmel cevapmış.
O Aysel'e şey demeye çalışıyor. “Kızın terbiyesi konusunda Ben ne zaman geri çekilsem bunun şaftı kayıyor… Aysel'cim hani varsa bir problem...”
Her baba dediğinde gözümün önüne Barış Arduç geliyor.
Evet Barış çok güzel bir İsmet yorumladı.
Sen onu görünce babanı özlüyor musun?
Sadece İsmet ya da Aysel’i değil, bir daha dokunma şansımın olmadığı hiç kimseyi, hiçbir durumu, objeyi özlemiyorum. Birinci sezonda karakterleri aile bireylerim olarak görmemeye çalıştım. Zaten birinci sezonda, bütün röportajlarda söylüyorum, gerçekten domuz gibiydim. Hikaye yürüsün de gerisi önemli değildi. “Bunlar benim annem babam, asla dokunamayız” demedim hiç. Benden çok Zeynep yapıyordu bunu. “İsmet öyle bir şey yapmasa” ya da “Aysel bunu yapmaz” diyordu. Bunlar dizi karakteri, hikayenin ne ihtiyacı varsa onları yaparlar noktasındaydım. Defalarca izledim bölümleri. Ne yazarken, ne izlerken hiç duygusal bir bağ kurmadım. Daha çok dramasının peşindeydim. Sadece ilk fragman yayınlandığında “Ay bu ne?” diye bir arkadaşım mesaj atmış, sabah o mesaja uyandım. Hemen Netflix'i açtım. İlk defa büyük ekranda o Matilda'nın ilk fragmanını gördüm. Heja beni bir ağlama tuttu. Elinde bavulu arkada Galata Kulesi…
"45 YILLIK BİR YALANLA HESAPLAŞTIM"
Matilda ile Gökçe'nin uzak yakın alakası yok. Matilda 1.80 boyunda, sarı saçlı, renkli gözlü bir kadın. Fakat artık Matilda'yı her düşündüğümde Gökçe'yi görüyorum. İlk sezonu böyle atlattım. İkinci sezon daha garip oldu. Herhalde Rânâ yüzünden. Bir sahne var, babasına yalan söylediği sahne, dayak yedikten sonra eşikte oturuyor. O sahne gerçek ama beş değil 14 yaşındaydım bu olay gerçekleştiğinde ve gerçekten de anneannem vefat etmişti. Annem evde sinir krizi geçirmişti ve “Senin yüzünden annemi son kez göremedim” diye üzerime yürüdü bi temiz sopa yedim. Ben can havliyle evden fırladım. Koşmaya başladım. Köşeyi döndüm, babamın arabasının üstüne yapıştım. “Hayırdır” dedi babam. “Ne oluyor” dedi. O anda “Annem, sinir krizi geçiriyor sana haber vermeye geliyordum” dedim. Neyse uzatmayayım. Günlerce tretmanda o sahneye baktım. Yazamadım değil de yazmak istemedim. Yani gerçekten çalışkan bir insanımdır. Özellikle senaryo konusunda ilham beklemem, yazmam gerekiyorsa yazarım. Yazamayabilirim. Olmayabilir. Çıkmayabilir ama çalışırım. Burada ise sahne gözümün önünden akıyor replikleriyle ama kağıda dökemedim. Öyle bir şey yaşadım. 45 yıllık bir yalanla hesaplaştım, bitti, sonra geçip sahneyi yazdım.
Ben ilk Rânâ diye seslendikleri anda zor tuttum kendimi ağlamamak için...
Hepimiz hüngür şakır olduk orada. Şanslıyım ya, çok şanslıyım. Hep söylenir ama dramada en önemli unsur herkesin aynı sayfada olması. Çok önemliymiş. Yazanın da çekenin de, oynayanın da hikayeye, senaryoya baktığında aynı şeyi görmesi, ortak bir dil tutturması çok önemli. İyi ekipler kurmak zor değil ama birbirini anlayan insanları bir hikayeye ortak etmek çok önemli. Oyuncusundan, kostümcüsüne kadar. Kulüp böyle bir yolculuktu. Çocukluk fotoğrafımın olduğu bir story atmıştım. Fotoğrafta önümde bir tane köpek var. Gamze (Kuş), Rânâ'ya bir elbise yapmış. Önünde köpek var. Hiç kimse için bunun bir önemi yok ama ekip için o kadar önemli bir şey ki! Kadın fotoğraflara bakmış, o objeyi oradan almış ve kullanmış. Yani bu gerçekten herkesin çok başka bir aşkla yaklaştığını gösteriyor.
BİZİM AİLEMİZDE CİNAYETİ İŞLEYEN MATİLDA DEĞİLDİ
Peki sadece Türkiye'de değil tüm dünyada izlenen bir hikayenin asıl kahramanı olup da her şeyini ortaya dökmüş olmak nasıl bir duygu?
Asıl kahramanı ben değilim tabii ki. Çünkü bu projeyi tasarladığımızda aslında üç tane kadın hikayesini anlatıp o üç kadının dönemsel olarak yaşadığı Türkiye'nin siyasi ve ekonomik virajlarını anlatmayı hedeflemiştik. Dolayısıyla bu hikayenin tek kahramanı Matilda değildi. Tek kahramanı Raşel olmayacak, tek kahraman Rânâ da olmayacak. Bu aslında bir insan hikayesi.
Ama sonuçta bunu gerçekten yaşamış ve anlatmış olan kişi sensin. Gerçek hayatta. Çıplak kalmış, savunmasız mı hissediyorsun kendini şu an yoksa tamamlanmış mı?
Çok enteresan, şöyle bu... Matilda gerçekten yaşadı. Aysel de yaşadı, İsmet de yaşadı, ben de yaşıyorum. Ali Şeker de yaşadı, Şükriye de yaşadı. Onun dışındaki bütün kahramanlarımız kurgusal ama tabii ki benim hatıralarımla Türkiye'nin hafızasından geçmiş birtakım insanların izlerini taşıyan karakterler. Bir sürü şey de kurgu hikayede. 65 doğumluyum, 55 doğumlu değilim mesela. Biz 42 ile 55 arasını anlatmayı çok önemsedik. Matilda'nın hayatından Varlık Vergisi geçti. Kurgusal Matilda da öldüğü için belki söylenebilir ama bizim ailemizde cinayeti işleyen Matilda değildi. Ishak'tı. Yani hikayede Amerika'dan gelen ağabey. Dramanın ihtiyaçlarına göre hikayenin gerçekliğine böyle dokunuşlar yaptık. Eğer dizide Ishak bir adam öldürseydi bizim kahramanımız Ishak olurdu. Halbuki biz Matilda'yı bir kahraman haline getirmek istiyorduk ve değiştirdik. Yahudi cemaatinden danışmanlarla konuştuğumuzda “Bu kadın kim” dediler. “Bizim cemaatte cinayet işlemiş bir Yahudi kadın yok. Bu kim?” dediler. Biz de anlattık. Ama gene de neyi kadar kurgularsan kurgula, üstüne basa basa “bu gerçek hayattan esinlenmiştir” desek de insanlar anlatılanların tamamının gerçek olduğu duygusuyla izlemeyi, hatırlamayı sevdi.
Çünkü öyle bir inandırıcılığı var ve bu bir başarı. İsmet peki? O gerçek hayatta kahrmanınız mıydı gerçekten?
Bütün bu anlatıyı yıllar içinde masada, rakı sofrasında, internette, Ekşi Sözlük’te, Twitter’da anlattığımda hep İsmet'i çok kahramanlaştırdım. İsmet temelde böyle farklı bir adamdı, babaydı. Ama yıllar içinde anlatıyı tekrar ederken benim ona kattığım özellikler, anekdotlar var tabii ki. Gerçek hayatta da İsmet kahramanım olduğu için hep İsmet'i yukarıya çekip Aysel'i daha aşağıya basan bir anlatı yapmıştım. Eski tweetlerime bakarsanız, hep İsmet'in maçı kazandığı, gol attığı, Aysel'in de maçı kaybettiği anlatılar vardır. Necati Şahin’le masaya oturduğumuzda “Senin esas kahramanın Aysel” dedi. Kulakları çınlasın. O aşamadan sonra benim Aysel’e bakışım değişti.
İSMET’İN GENLERİNDEKİ DELİLİK BENDEKİ
Gene İsmet biraz torpilli ama...
Hepimiz İsmetçiyiz günün sonunda. 65 doğumluyum düşün 70'ler, 75'ler benim çocukluk dönemim. 80'ler genç kızlık dönemim. Bunu anlatacağım çünkü dizide olmayacak. 12 yaşındayım. Taksim İlkokulu’nda okuyorum. Sıra arkadaşım var Gülcan diye. Ve biz mezun oluyoruz. 5 yıldır beraber okuyoruz. Beyoğlu Kız Meslek Lisesi'ne gitmeye karar verdik. O da gelecek, ben de geleceğim. Yazın ayrıldık. Annem beni Dame de Sion’a vermek istiyor. Ben Beyoğlu Kız Meslek Lisesi'ne gideceğim diyorum. Annem ayılıyor, bayılıyor. Sinir krizleri geçiriyor kadın. Ben babama anlatıyorum, ballandıra ballandıra baba diyorum. Dikiş öğreneceğim, çocuk bakımı, yemek öğreneceğim. Gülcan geliyor, ben oraya gideceğim... Ve babam bir gün dedi ki bana, “Gerçekten mi oraya gitmek istiyorsun? ” “Evet baba” dedim. “Tamam” dedi. “Yat bu gece. Yarın sabah da bu okula gitmek istiyorsan. Ertesi gün annem Dame de Sion’a götürdü beni. Ben dedim hayatta okumam burada, annem yine sinir krizleri... “Çocuk nerede okumak istiyorsa orada okuyacak. Ben evladıma sordum düşündün taşındın mı dedim” dedi babam. Elimden tuttu beni Beyoğlu Kız Meslek Lisesi'ne yazdırdı. Okul açıldı Gülcan yok. Babası da balık pazarında Krependen Kadir'in sahibi. Gülcan yok. İkinci gün Gülcan yok. Bir hafta bitti Gülcan yok. Sonra annemle balık pazarına gittik. Babasına sordum. “Pertevniyal’e verdik biz onu” dedi. Sağlıklı bir aile tabii ki yani çocuğunu iyi okula verecek. Ben kız meslek lisesine gidiyorum. Sabah pırasa doğruyoruz. Akşam bebek altı değiştiriyoruz. Bana böyle bir sıkıntı geldi yani. Bir ay sonra babama dedim ki “Baba beni buradan al”. “Yok” dedi. “Ben sana sordum, dedim ki, düşündün taşındın mı? Sen dedin ki, ben düşündüm taşındım. Bitireceksin orayı” dedi. Ve bana bitirtti orayı. Çok deneysel adamın eğitim yöntemi ama çalıştı bende.
Annen ve anneannen Kayades öğretisi ile sessizlik içinde yaşamışlar, röportajlarında okuduğum kadarıyla. Ama şimdi tam tersine sen tüm dünyaya onların hikayesini anlatmış oluyorsun. Sen bu öğretiyi bozmuş, saygısızlık mı etmiş oldun?
Evet bozmuş oldum.Zira devir susma devri değil. Avlaremoz! Yani “konuşalım, anlatalım” demek. Bence insanın başına ne geliyorsa susmaktan geliyor. O yüzden de hep anlattım, hep konuşan bir çocuk oldum. Bu biraz İsmet'ten geliyor. Proje yayına çıktığında Yahudi Cemaati “Rânâ Denizer” üzerinden bakıp, “Bu hikayeyi bir Müslüman nasıl böyle anlatabilir”demiş. Sonra benimle iletişime geçtiler. Ve hikayenin aileme ait olduğunuyi öğrendiler. “Çok cesur bir şey, nasıl anlatabildin” dediler. Dedim ki, genlerime İsmet karıştığı için susmayı tercih etmedim galiba..”. Doğru bir zamandı. Tek başıma anlatamazdım. Bu hikayeye inanan bir masa dolusu insan vardı. Çok inandılar bu işe. Ve çok uzun bir yolculuğu oldu biliyorsun. 2016’da başladık biz çalışmaya. 2022’de yayına çıktık. O yıllar boyunca masada oturduk. Defalarca değişti. Başka yerlere gitti. Başka bir şey oldu. Hikayenin çekirdek ailesi Esas anlatılması gereken hikayenin arkasında durduğumuz için anlatabildik. Yani bu sadece benim cesaretim değil.
Sete gittiğinde, o ortamı gördüğünde ne hissettin? O ortam ne kadar senin gerçekten çocukluğun?
İkinci sezonda Matilda'nın yaşadığı mahalle benim bizzat yaşadığım yani 74 ile 92 arasında yaşadığım Aynalı Çeşme. Matilda'nın yaşadığı apartman, Rânâ’nın eşiğine oturup ağladığı apartman, benim ilk öpüştüğüm apartman.
Ranini TV ve televizyon eleştirmeni kimliğinle baktığında nasıl buluyorsun diziyi?
Eleştirecek şeyler birinci sezonda da buldum, ikinci sezonda da buldum. Şimdi yapmıyorum eleştirmenlik ama defalarca yazdım. Bütün ekipler de bu fikrimi bilir. Ben hiçbir zaman samimiyetle yapılmış işlerdeki hataları gömmedim. Benim için hikayenin etrafında toplanan anlatıcıların samimiyeti esastır. Hata olur, olmaz diyemeyiz. Mesele o hataların esas anlatının samimiyetini etkileyip etkilemediğidir…
MUHTEMELEN ANNEM İZLESE ÇOK KIZARDI
Bu süreçte hiç annen ya da anneanneni, babanı rüyanda gördün mü?
Çok uzun zamandır görmüyorum. Hiç görmüyorum. Benim yerime görenler oldu, yayın sonrasında onlar da seyirciyle etkileşimi seçtiler herhalde. Sürekli DM geliyor, sosyal medyadan akşam rüyamda İsmet'i gördüm, yok Aysel’i gördüm, Matilda’yı gördüm diye…
Peki şu an hayatta olsalardı...
Bu çok soruldu bana da hiç cevap vermedim, sana veririm. Yani bir noktada herhalde büyük bir olay çıkardı ailede diye düşünüyorum. Özellikle annem itiraz ederdi. Hatta kızardı. Yahudilikten gelen Kayades'in ötesinde annemin 1968'de girdiği yani ben 3 yaşındayken girdiği Maksim kulisi, anneannemden kalan ve babamın da dahil olduğu o dünyanın en birinci kuralı her ne yaşanıyorsa orada yaşanır. Ve ben çocukluğumu tamamladıktan sonra orada olan yaşanan hiçbir olaya, dramaya şahit edilmedim. Gazinoda ç̧ok büyük bir vukuat olmadıysa evde konuşulmazdı. Dolayısıyla Maksim’i anlatmak istemediğim için orada bir “Kulüp İstanbul” kurguluyorum ve olmayanı anlatıyorum o nedenle anneme hesap veremezdim. O Keriman’ın hesabını nasıl verecektim mesela bilmiyorum. En azından hakkıyla olurdu bu sefer kızması! “Sen öyle kolay mı gireceksin assolistin odasına? Çekmecesine biri bir şey koyacak, ben onu böyle ikiye ayırırım. Sen bunu nasıl böyle anlatıyorsun”lar falan. Çok çekerdim büyük ihtimalle.
Anneannenin Maksim’e girişini bir de senden dinlesek…
O dönemde yaygın bir meslek olarak otellerde çamaşır yıkıyor kadınlar. Anneannem de Büyük Londra Oteli gibi otellere çamaşırcılığa gidiyor. Sonra oradaki kadınlardan bir tanesi diyor ki Tepebaşı Gazinosu’nda program başlayacakmış, çamaşır yıkacak kadın aranıyor diyor. Anneannem ek iş olarak Tepebaşı Gazinosu’nda çamaşır yıkamaya devam ediyor. Bu arada Zeki Müren'i getiriyorlar oraya. Fahrettin Aslan geliyor ve Zeki Müren'i getiriyor. Zeki Müren provalarını yaparken anneannem de oralarda dolaşan bir kadın. Sonra anneannem çamaşır çitilerken garsonların bir tanesinin cebinde kalan bir çengelli iğine baş parmağına batıyor, kangren oluyor, parmağını kesiyorlar. Birinci sezonda vardı. Matilda çamaşır yıkıyordu ve eli kanıyordu, kan içinde kalıyordu ve sokağa çıkıyordu...
Anneannem çalışamayacağı için artık, çamaşır çitleyemeyeceği için ayrılıyor işten. Bu arada Zeki Bey'e yardımcı kadın arıyorlar. Kadınlar geliyor, gidiyor, geliyor, gidiyor, geliyor, gidiyor, hiçbirini beğenmiyor. Burada bir tane kadın vardı diyor, uzun boylu sarışın. Onu getirin bana diyor. Diyorlar ki, Abdullah Bey, Allah rahmet eylesin, “Zeki Bey, onun parmağını kestiler, çalışamaz” diyor. Zeki Bey de “bana parmağı lazım değil, getirin” diyor. Anneannem böyle geçiyor Maksim'in kulisine. 68’de düşüyor, kalçasını kırıyor. Sonra da annem başlıyor. Dolayısıyla gerçek hikaye bu aslında. Çoğunluk bu hikayeyi yani Maksim’i anlatmamı istedi ama ben o hikayeyi hiçbir zaman anlatmak istemiyorum, anlatmaya da yetkin bulmuyorum kendimi. Maksim’i anlatması gerekenler hâlâ yaşıyor, inşallah bir gün anlatırlar.
Gerçek olmayan karakterler nasıl çıktı ortaya?
Bizim bütün karakterlerimiz ihtiyaçtan çıktı. Benim dedem Ali Şeker, 6-7 Eylül olayları ile alakasız. Öyle bir adam değil. Ama bize böyle bir karakter gerekiyordu, bunun İsmet'e bağlı bir karakter olması gerekiyordu, dedemi kullandım. Çok mantıklı. Ne yapayım, dedem neticede, “dedem” der geçerim yani. Selim gibi bir karaktere ihtiyacımız vardı. Neden? Çünkü birinci sezonla ilgili danışmanlarla konuşma yaptığımızda karşımıza çıkan en önemli ayrım, Pera'da Alaturka ve Alafranga ayrımı oldu. Yani Pera’nın bir yarısında Alafranga kulüpler var. Diğer yarısında Alaturka gazinolar var. Birbirleriyle bıçak gibi ayrılıyorlar. Mekanlar da müşteriler de.. Orta sınıf bir yere gidiyor, entelektüel kesim bir yere gidiyor. Frankofonlar bir yere gidiyor. Bu ayrımı öğrenince, bu iki ayrımı bir araya getirmeye çalışan, aynı zamanda ötekileştirilmiş, biyolojik ailesi tarafından kucaklanmamış bir karakter kuralım dedik ve Selim ortaya çıktı. Çok da sevildi. Salih Bademci de enfes bir performans sergiledi.
Sezen’in yazdığı muhteşem şarkının etkisi de büyük. Kaç kez dinledim o şarkıyı bilmiyorum. Bir spin-off yapılsa Selim’i mi anlatırdın?
Selim mi olurdu emin değilim. Selim çok sevilen bir karakterdi. Bizzat bizim yazar odasında kendi ellerimizle yarattığımız bir çocuk. Selim, kendi biyolojik ailesi tarafından kucaklanmamış, onaylanmamış. İtilmiş, kakılmış. Hiçbir hayaline, hiçbir rüyasına, hiç kimsenin inanmadığı bir karakterken kulübe geldi ve seçilmiş ailesini buldu. Ve parladı. Yükseldi. Canı ne istiyorsa onu yaptı. Kestik, beş sene sonra açtığımızda Selim. Sadece kıskandığı ve yaratıcı egosu zedelendiği için başka bir kadının yani yine bir “öteki”nin şovunu kesti, ona “orospu” dedi. Ve seyirci bunların hiçbirini görmedi. Keriman anlattı; “Çoraplarını yıkadım. Kirli boklu donlarını yıkadım. Diyetim için kolumu kesmemi istedi, ipini çektim” dedi. Dramaturjik olarak hiçbir hatamız yok bizim burada. Biz her şeyi çok net olarak anlattık ama seyirci için hâlâ “tu kaka Keriman, Selim'i öldürdü”... Gerçek hayat gibi, insan birini seviyorsa her türlü ezasını cefasını eziyetini görmemek, kötülüğünü legalize etmek üzere kodlanıyor.
Senin için iyi bir hikaye gerçekten nedir? Hani herkes der ya “Ben anlatsam hayatım roman olur, film olur...” Olur mu gerçekten?
Olur tabii. Her hikâye anlatılabilir eğer bir bağlamınız varsa. Kulüp’ün fonundan Türkiye’yi ve “Aileni seçebilirsin” mottosunu çek, anlatılanlar sıradan bir klişedir. Yazar olarak benim tutunduğum yer hikayenin yolculuğunun bana ne öğreteceği. Ben anlatmak istiyor muyum? Neden anlatayım? Gibi soruların cevabı varsa her hikaye anlatılabilir.
Bir dizinin olmazsa olmazı nedir?
Yazarlığa başladığımda Mahinur Ergun “Bu iş kollektif bir yaratım sürecidir” demişti..Herkes aynı sayfada değilse, aynı ortak hayali kurmuyorsa Elon Musk para yatırsa, Scorsese çekse, zahmet edip, gelip Robert De Niro oynasa; olmaz...
Peki çok iyi bir hikayem var diyen, bu piyasadan olmayan birinin ilk yapması gereken şey ne?
Yazması. Çok iyi bir hikayem var, oturayım. Eşe dosta bahsedeyim. Olmaz. Kendi tecrübemden söylüyorum. Eşe dosta anlatana kadar oturup yazsaydım 2016'dan 2022'ye kadar sürmezdi yayınlanması. Bir de şuna çok dikkat etmek gerekiyor. Yazdığın şeye aşık olmamak lazım. Senin için iyi olan hikaye, herkes için iyi mi ona bakmak lazım. Hikayeyi dökmesinden bahsediyorum ben, senaryo yazmasından bahsetmiyorum. Ne anlatacağını bulup, o anlatacağı şeyi bir bağlam altında toplayıp, onu anlatması gerekiyor.
Şimdi bir de Geleceğe Mektuplar var. O da bu senenin en çok konuşulan dizisi olacak belli ki… Biraz bahsedebilir misin? Yine kendi hayatında etkiler var mı yok mu?
Aşk olsun ya. Artık her gün kendi hayatımı mı yazayım?
E yani böyle bir hayatı yaz yaz bitmez...
Yok başka işler var yazdığım. Şimdi anlatamam, henüz erken.
Geleceğe Mektuplar? Hikâyesini, yapısını, aklına ilk düştüğü zamanı kısaca anlatır mısın?
Bambaşka bir hikayedeki karakterime backstory ararken Radikal gazetesinde bir habere denk geldim. Habere göre PTT, hızla yükselen dijital iletişime bir karşı atak olarak “Haydi bakalım herkes birilerine mektup yazsın” demiş. Haberi okuyunca benim lise zamanımdaki “2000’lere Mektuplar” kampanyasını hatırladım. Lisedeydim. İki kampanya arasında bir fark vardı. Biz 20 yıl sonrasındaki kendimize mektup yazmıştık. O mektup benim elime hiç ulaşmadı haliyle adresim değiştiği için sanırım. “Peki ya o mektup 20 yıl sonra elime ulaşsaydı ne olurdu” dedim ve Geleceğe Mektuplar projesi ortaya çıktı.
Senaryo dışında oyuncular ve prodüksiyon konusunda desteğin/talebin oldu mu? Yine Gökçe Bahadır'ın olması senin isteğin miydi mesela?
Geleceğe Mektupları’ı Kulüp’ün de yapımcısı olan O3 Medya ile yapıyoruz. Yapımcımız yine Ayşe Durmaz. Aslında yönetmen, DOP ve reji hariç bütün yaratıcı ekip yani sanat, post ve kostüm ekibimiz aynı.. Açıkçası bunu çeşitli sebeplerle daha önce de söyledim. Hikayemi, karakterlerimi oyuncu hayal ederek yaratan bir yazar değilim. Erken dönem yazarlık serüvenimde, yani Kulüp öncesinde “Ali karakterini Mustafa oynasa uçurmaz mı”, “Keşke Mübeccel gelse Hale karakterini oynasa” diye hayaller kurmuşluğum var. Çoğu da hüsranla sonuçlandı. O nedenle oyuncu hayal etmiyorum eğer ısmarlama bir proje değilse. Gökçe Bahadır’a gelince açıkçası o benim “Matildam” ve şimdi “Zuhal”i canlandırmasından çok mutluyum. Geleceğe Mektuplar setinde de şakalaştık: “Ananeni oynadım şimdi de seni mi oynuyorum” dedi, oynadığı karakter, Zuhal bir influencer olduğu için. Gülüştük…
Kulüp sonrası senden beklenti epey arttı! Bunun yarattığı stres var mı?
Bir stresim var; anlatmak istediğim, aktarmayı seçtiğim hikayeyi ve karakterlerimi en doğru şekliyle seyirciye anlatabilmek. Bütün hikayelere aynı gözle bakıyor aynı soruyu soruyorum: Ben bunu anlatmak istiyor muyum? Bende yara haline gelmiş hikayeleri seçmem de bu yüzden belki.. Kulüp, sektörün başına 20 yılda bir kez gelecek samimi bir anlatı ve yolculuktu. En önemlisi tarafsızdı ve çok dürüsttü. İzleyiciye bir durumu dayatmaya, sevdirmeye ya da ötekileştirmeye, sopayı gösterip çimdiklenmeye razı olunmasını sağlamaya çalışmadı. Pek çok yazara kendi hikayesini anlatması için ilham oldu. Dönem işlerine yeniden heves edilmesini sağladı. Bu beklentiyi karşılamak benim için bile zor.
Bir yandan Gain platformunda danışmansın diye biliyorum... Çok farklı platformlar ama bir platformda çalışırken diğerine iş yapmak zor değil mi?
Yok, ikisi birbirinden çok farklı. Çünkü bir tanesine hikayemi alırsa yayınlıyor, diğerine ise danışmanlık yapıyordum. Danışmanık yaptığım Gain’deki ekip benim yıllar önce birlikte çalıştığım, BKM Mutfak’ı kuran, aslında BKM Mutfak yapısını oluşturan, Ferhat Bilgin, Abdullah Özgenç, Koray Köse. Bu üç arkadaşımla geçmişte birlikte çalıştık. Onların hepsi benden genç. Gerçekten onlardan çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Yıllar içinde Ranini’nin ilk zamanlarında danışmanlık yapmamla ilgili bir sürü teklif gelmişti ama hiç kalkışmadım. İçerik benim için çok önemli. Koray, Abdullah ve Ferhat Gain’de ne yapmak istediğini anlattıktan sonra onların da içeriğe bakışlarının benimle aynı olduğunu anladığımda o teklifi kabul ettim, onlara danışmanlık yapıyorum.
Ranini TV’den haberler var mı?
Devam ediyor. 10. yaşına girdi bu sene. Bu sene bir değişim planlıyorum. Bakalım. Spoiler vermeyeyim..
Hem o dönemlerin Beyoğlu'sunu yaşamış, yaşamış bir insan olarak bugünkü halinden sonra o sette bulunmak, yeniden eski güzel şeyleri görmek bir de en güzel, 2000'lerin başındaki en güzel zamanlarında şahit olmuş birisi olarak ne hissettirdi?
92'de Beyoğlu'ndan kaçtım ve iflas edene kadar da dönmedim. Benim hatırladığım Beyoğlu zaten parçalanmaya başlamış, rengi çoktan değişmişti. Zaten 80’lerde bir sürü rengini kaybetmiş bir Beyoğlu hatırlıyorum. Çoktan çıkıp dolaşmaya korktuğumuz bir Beyoğlu haline gelmişti. Çocukluğumu Taksim’in göbeğinde, kulislerinde geçirdim. Evet orası benim için çok renkli bir lunapark gibiydi. Ama hiçbir çocuk lunaparkta yatılı kalmaz, akşam evine döner, mahallesine döner. Dolayısıyla dönüyorduk biz de mahallemizeye. Özetle böyle ihtişamlı bir Beyoğlu, hatırlamıyorum. Bir de benim böyle hayıflanmacı bir nostalji sevdam yok. Şimdi çıkalım seninle birlikte İstiklal Caddesi'ne. Yoldan 20 yaşında bir genci çevirelim. “Nasıl Beyoğlu” diyelim. “Şahane” diyebilir. Dolayısıyla ben öyle geçmişe tutunmayı sevmem. Evet, benim çocukluğumu işaret edebileceğim bir sembol mekan da kalmadı İstiklal Caddesi'nde ama kimin umurunda? . Şimdi hepimiz birbirimize lokasyon atıyor kafamızı telefondan kaldırmadan gidiyoruz gideceğimiz yere zaten...
Ama kent hafızası var, dizilerde yaşayan ancak...
Keşke o hafızayı koruyabilseydik ama yakıp yıkmak bizim yörelerde çoook eski ve tedavisi için geç kalınmış bir hastalık…
Aşka da böyle mi bakıyorsun?
Aşk ne? İşte hiç anlatamayacağım yerlere geldi. Benim aşkla da ilgili, aileyle de ilgili çok sıkıntılı fikirlerim var. Hiçbir zaman aşk, saygı, sevgi ve tutku hissetmediğim bir ilişkim olmadı. Ama nedense hep bir sigortayla yaşadım. Diyor ya, “sana kalbinin anahtarını teslim ediyorum. İstersen denize at. İstersen kitle at, istersen aç” diye. Ben o nasihatı daima kulağıma küpe ettim. Yani İsmet'in Rana'ya verdiği o anahtar daima cebimde oldu....
Bunca yaşadığına rağmen nasıl böyle güçlü biri oldun?
Çok vicdanlı, çok insan seven, çok yardım seven, nefis insanlardı annem ve anneannem. Ama benim bugüne sağ salim gelmemin temel sebebi İsmet olmalı. Eğer evde sadece Matilda ve Aysel'le büyüseydim onların fedakarlık duygusu, biri için kendini feda etme duygusuna yapışmış bir drama queen olurdum. “El alem ne der” bizim evin manşetiydi. Babam da hep “Kalbin ne der ona bak. Elalem teferruat” dedi. Çok hızlı bir gençliğim oldu. Kıra döke, savura savrula, düşe kalka yaşadım ama hep bu duygumla yaşadım. Bilerek hiç kimsenin canını yakmadım. Taammüden kimsenin hakkına girmedim. Gençliğin bütün o pervasızlığını, bütün o düşüncesizliğini, belki tırnak içinde bu travmaların getirdiği şeyleri yaşadım ve sonuçta bu noktaya geldiğimde çok net şunu görüyorum: Matilda'nın da dediği gibi, en büyük hediyemiz de kabusumuz da unutmak. Bir tek şey yapamıyorsun, kendi yolculuğunu unutmuyorsun. Unutmuş gibi yapsan da aslında unutmadığını biliyor insan. Dolayısıyla kendinle barışabilmenin yolunu bulman gerekiyor. Çünkü sen tek başına kalıp akşam kafanı yastığa koyuyorsun ve gündüz yaptığın her şey kafandan geçiyor. Şimdi geçmese yarın geçecek. Bugün meşgulsün hatırlamıyorsun. Yarın yaşlanacaksın. Biraz daha yavaşladığında aklına gelecek geçmişte yaşananlar. O yüzden önden haber veriyorum arkadaşlar; huzur içinde yaşlanabilmek, huzur içinde uykuya dalabilmek, kabuslarla yaşamamak için içindeki kötüyü terbiye etmek; vicdanı ferah tutmak ve kalbi havalandırmak lazım ki paslanmasın…