Pandeminin bilinmezliği içinde canımız ciğerimiz BantMag’ın harika işlerinden biri, podcastleriydi. İlk o zaman fark etmiştim Sezin Akbaşoğulları’nın sesini. Güzelliği, gülüşü, gözleri, başka bir zamandan gelmiş gibi havası ve oyunculuğu yıllardır hayran olduğum özellikleriydi ama sesi ile karşılaşmam onun hakkında daha farklı kapılar açtı aklımda. Her filmi Türkiye’de çekilse, Scarlett Johansson yerine onun sesi olmalıydı mesela. Ya da duymayı istemediğim haberleri keşke hep onun sesinden alsam!
O yüzden geçen aylarda Podbee’nin “Derinden Sesler” işini duyunca hemen dinlemeye başladım. Kadro Sezin’le kalsa iyi. Yazarı Özge Satman B. Çok sevgili Ozan Açıktan yönetiyor bu “podcast dizisini” (Neden podcast tiyatrosu değil de dizisi denmiş diye çok düşündüm, cevap bulamadım). Serkan Keskin seslendirenler arasında ki ne yapsa izler, ne söylese dinleriz. Eh, Cem Yiğit Üzümoğlu var, onun sesi de saatlerce dinlenir şimdi, kimse kusura bakmasın. Onur Ünsal da var, o da ayrı cevher. Ecem Uzun kısa bir rolle ve yine küçük rollerle Ali Seçkiner Alıcı ve Cem Özener oynuyor bu gerilim hikayesinde. İyi ki dinlemeye başlamışım dedim son bölüme gelince ve neden bu tarz daha fazla iş olmadığını sorguladım.
Sonra fark ettim ki Sezin Akbaşoğulları’nın çoğu işi insana bu soruyu sorduruyor “Neden daha fazla böyle iş yok”? Belki de iyi ki yok. Bu sayede onun ve işlerinin kıymetini daha iyi bilebiliyoruz!
Çevrende nasıl sesler var şu ara?
Şehrin göbeğinde oturan bir insanım, inşaat sesi sıklıkla duyuyorum, trafik sesi çok fazla var. Seninle Tokyo'yu konuşuyorduk ya… Ne kadar farklı değil mi orada bu ses durumu? Bu bir kültür mü acaba nedir? O kadar kalabalık bir şehir olmasına rağmen, o hıza rağmen nasıl bir sessizlik var metrolarda falan... Kalabalıksa aynı derecede kalabalık, daha az nüfus var ve o yüzden daha sessiz gibi bir durum değil yani. Bu bir kültür, bir davranış şekli, bir saygı meselesi.
Evet, saygı meselesi. Metroda falan deyince sen aklıma geldi… Şu ara inşaat korna, sesleri dışında beni en çok sinirlendiren kamusal alanda, mağazalarda, metrolarda, restoranlarda hoparlörde telefonla konuşanlar… Yahu biz senin konuşmanı duymak zorunda mıyız? Hadi telefonda konuşuyorsun da hem bağıra bağıra hem de karşı tarafın bağırmasına da maruz bırakıyorsun herkesi. Ve bu çok çirkince normalleşmiş halde. Herkes hoparlörde videolu konuşuyor… Her yerde her çeşit, her renk kulaklık bulunabilirken…
Gerçekten çok ilginç… Niye yaptığın konuşmayı herkes duysun istiyorsun? Dinleme demekle olmuyor çünkü duyuyorsun ister istemez. Yani ne yapabilirim kulaklarım duyuyor! Neyse ki artık yeni kulaklıkların çevredeki sesleri engelleme özelliği var.
Evet ama ben sabit bir alanda durmuyorsam, yolda, ulaşım aracındaysam biraz korkuyorum gürültü engelleme modundan. Biraz paranoya ama her an bir şey olacak, arkadan biri yaklaşacak ve duyamayacağım gibi bir tedirginliğim oluyor.
Öyle mi? Ben bayılıyorum o hisse.

"BİRAZ HİSLERİNİ TAKİP EDİYORSUN"
Peki bunca gürültünün içinde sen kendi sesini duymayı başarıyorsun?
Meditasyon. Bazen kötü dönemlerimde, kafam karışık olduğu zamanlarda bastıramadığım bir sesler dünyası oluyor kafamda. Bunun artık beni yönlendirmeye, psikolojimi etkilemeye başladığımı fark ettiğimde meditasyon yapmaya başladım. Şimdi düzenli meditasyon yapıyorum, her sabah on dakika bile inanılmaz bir şekilde değiştiriyor. Aplikasyon kullanıyorum. Spiritüel değil ama teknik anlatımlı meditasyonu seviyorum. Kullandığım aplikasyon da öyle bir aplikasyon. Bayağı faydasını görüyorum, tavsiye ederim herkese.
Deneyeceğim kesinlikle. Sezin aynı dönemde hem tiyatro hem dizi hem sinema yapıyorsun. Bu kadar çok karakterin sesini karıştırmamayı nasıl başarıyorsun?
Karakter ortaya çıkana kadar, provalarda karışabiliyor ama ortaya çıktıktan sonra tamamlanıyor ve beyninde yerini alıyor. Bir kutu gibi düşün her birini. Beyninde duruyor o zaten ve sırası gelince ortaya böyle “zınk” diye çıkıyor, işi bitince de “tak” yerine koyuyorsun gibi. Bir düğmeye basmak gibi. Basıyorsun, çıkıyor. Yani bir kafa karışıklığı yaşamıyor insan. Ne güzel anlattım değil mi? Ama iki oyunun provasını aynı anda yapamam. Belki yapabilen vardır ama ben yapamam.
Bir karakterin sesini bulmaya çalışırken, nasıl yöntemlerle çalışıyorsun?
Karakterin sesi nasıl olmalı diye düşünmüyorum. Yani özel bir durum yoksa tabii. Nasılların değil de nedenlerin peşine düşüyorum. O rolle ilgili hayal kurmaya, içinde bulunduğu şartları düşünmeye başladığında kendiliğinden bir şeyler ortaya çıkmaya başlıyor. Bir yandan dikkatle bu ortaya çıkanları gözlemliyorum. Prova sürecinde ya da film ise söz konusu çalışma alanı, sette, zihinini ve bedenini rahat ve araştırmaya açık tutmak önemli. İzin veriyorum, bir şeylerin ortaya çıkmasına diyeyim o prova sürecinde. Yavaş yavaş beliriyor. Karakterin yürüyüşü gibi, el-kol hareketi gibi ses de öyle bir şey. Biraz da hislerini takip ediyorsun. Bir de doğru yönlendiren bir yönetmen varsa, seçenek sunabileceğin ya da yaptığın çalışmayı derinleştirmene yardımcı olabilecek bir yönetmenle çalışma şansına sahipsen ne mutlu! İşe yarayanları tutuyorsun, işe yaramayanları atıyorsun, gibi. Bir ressamın resim yapması gibi sanki.

"KLASİK BİR METİN ORTAYA KOYMAK DAHA RİSKLİ"
Karakterlerden, sahnelerden seninle kalanlar oluyor mu? Bir karakterin mimiği, konuşmasında bir tonlaması gibi…
Oluyor tabii. Bazen Martı Mıyım’daki Arkadina'nın jestlerini kullanıyorum. Bazen bir anda onun gibi kaprisli bir oyuncu tepkisi verebiliyorum, şaka olsun diye tabii. Öyle şeyler olabiliyor. Ama mesela bazı oyuncular var, hiçbir şeyi unutmazlar. Onlara çok hayranım ben. 10 sene önce oynadığı oyunun replikleri hala aklındadır, koca koca tiratları yıllar sonra yine söyleyebilirler falan. Ben asla öyle değilim. Ben bayağı akşam oyunu oynadım, eve gittiğimde unutmuş oluyorum her şeyi. Sonra tekrar oyunu oynamam gerektiğinde ortaya çıkıyor.
Peki, şu ara hangi karakterler var hayatında ya da beynindeki kutularda?
Murat Uğurlu’nun ilk uzun metrajı “İskeletin Türküsü” filminin çekimleri devam ediyor. çok inandığım güçlü bir senaryo. Güzel bir iş yaptığımızı hissediyorum çalışırken. Bakalım böyle bir heyecanla meşgulüm bu ara. Onun dışında Martı mıyım devam ediyor. Turnelerimiz ve İstanbul’daki oyunlarımızla 2. sezonumuza devam ediyoruz
Martı mıyım birçok versiyonunu izlediğimiz bir hikaye, bir oyun. Böyle bir oyunu yeniden sahnelerken senin için neler önemli? Yani “bir oyuncu olarak ben bunu yeniden sahnede neden canlandırmalıyım” sorusunun cevabını nasıl veriyorsun?
Modern bir metin çalışmaya kıyasla klasik bir metin ortaya koymak her zaman daha riskli çünkü bir sürü insanın hakkında bir sürü fikri oluyor. Üzerine kitaplar, makaleler yazılmış metinler bunlar, defalarca sahnelenmişler... Benim için önemli olan, o projeyi gerçekleştirecek olan yaratıcı grubun o konudaki fikri. Ona inanmam gerekiyor. Ne yapacaklar, nasıl bir bakış açısıyla sahnelenecek... Tiyatro Bereze'nin bakış açısıyla yorumladık Martı'yı tekrar, Martı mıyım olarak. Ve Tiyatro Bereze, benim çok inandığım, çok sevdiğim bir topluluk. Dolayısıyla da onlarla beraber bir yola çıkıyor olmaktı bu oyunda olmamın sebebi. Çok da memnunum sonuçtan. Birbirinden yetenekli oyuncu arkadaşlarımla aynı sahnede bu oyunu oynamaktan büyük keyif alıyorum.
Kostümleriniz çok güzel oyunda.
Evet, müthiş, ben de bayılıyorum. İlayda Saran’ın eseri hepsi.
Oyundaki diğer oyuncular da müthişti.
İşin en başında daha önce birbiriyle çalışmamış 5 oyuncuyduk. Biraz uzun bir prova sürecimiz oldu. Bu prova sürecinin başlarında grup olmak, bir ensemble olabilmek adına bir takım egzersizler yaptık. Enerjimiz kısa sürede tuttu, zor olmadı bir uyum yakalamak. Sahnede de böyle olduğunu görüyorum, hissediyorum.
Bir de İKSV Tiyatro Festivali’nde Dem adlı oyunla sahnedeydin…
Evet. İstanbul Mon Amour, tiyatro festivalinin yeni klasikleşen bölümü. İlki Işıl Kasapoğlu küratörlüğünde gerçekleşmiş. Şehri bir sahneye dönüştürmek, kent hafızasında yer etmiş mekanları sahneye dönüştürmek seyirciye değişik bir seyir deneyimi yaşatmayı hedefleyen bir proje. Festivale çok yakışan bir bölüm bence. Bu sene Yiğit Sertdemir genel sanat yönetmenliğini yaptı, Kumbaracı 50 ekibi tarafından hazırlandı. Pera’nın karanlık Odası ismiyle Beyoğlu spor salonu, Beyoğlu sineması ve Metrohan’da geçiyor. Seyirci sırasıyla "Bozmayın Çekiyorum, Gaybubet Şehri ve Dem",adlı üç farklı oyunu üç farklı mekanda izleyerek bir istiklal yürüyüşü yapıyor. Üç oyunun da ilham kaynağı ilk kadın stüdyo fotoğrafçısı Maryam Şahinyan. Ben Metrohan’da sahnelenen Çağlar Fidan ve Nikos Papageorgiou gibi şahane müzisyenlerin eşlik ettiği ve Tarık Yüce’nin yazdığı Dem oyununda oynadım. Burçak Çöllü’nün yazdığı Gaybubet Şehri sezon boyunca Kumbaracı50’de devam edecek. İzlememiş olanlara öneririm.

"KIBRIS TÜRKTÜR TÜRK KALSIN AMA BENİM PASTANEM DE KALSIN"
Sesiyle hatırladığın mekanlar, yerler var mı?
Deniz kenarlarını ve ormanları çok severim. İşte o martı sesi, kuş sesi filan, herkes gibi sanırım:)) Adanın sesini severim. Adanın tuhaf bir sessizliği vardır ya, onu... Gözünü bağlayıp seni oraya götürseler, adada olduğunu anlarsın.
Bir yandan da şehirde sürekli olarak bir değişim var ya, iyi ya da kötü… Dem oyununda Meryem’in fotoğraf stüdyosunun kapanması gibi. Yeni şeyler heyecanlandırıyor ama yeni bir şey açıldıysa, yeni biri geldiyse birilerinin de gittiğini, bir şeylerin kapandığını söylüyor. Sesler de kayboluyor gidenlerle… Ah toparlayamadım, yeniler gelsin ama eskiler kapanmak zorunda mı?
Evet ya… Gaybubet Şehri’nde tam da böyle bir replik var. 6/7 Eylül olayları olmuş, her yer talan edilmiş yıkılmış, Leman karakteri yakınıyor diyor ki, “Tamam anladık Kıbrıs Türk’tür Türk kalsın ama benim pastanem de kalsın. Kıbrıs Türk kalacak diye siz niye benim pastanemin camlarını kırıyorsunuz!” Yani o kadar haklı ki. Kültür mirası olsun, kent hafızası olsun bu kavramlar üzerine düşünmek önemli. bu gibi değerler koruyup kollandığında medeniyete yaklaşmış oluyoruz ya… Öyle işte:)
Peki, bir kadın olarak zamanın geçmesiyle ilgili neler hissediyorsun?
Ay, hiçbir şey hissetmiyorum. Kafam çok karışık o konuda! Yani, Cher'in bir röportajı var, Oprah Winfrey’le sanırım, “Yaşlanmakla ilgili ne hissediyorsun” diye soruyor, o da “Berbat bir şey” diyor. Oprah bunun üstüne “Peki yaşla gelen bilgelik?” diyor, Cher de “Oh, fuck it” diye cevap veriyor. Galiba gerçekten öyle. “Akıllanmadan yaşlanmamalı insan” Shakespeare’in dediği gibi. Ama bir taraftan da fazla bu bilinç, yani ölecek olmak, sevdiklerini kaybedebilecek olmak, hastalıklar... Bunların daha çok farkında oluyorsun yaş aldıkça. Ben asıl o tarafındayım. Yoksa halimden mutluyum, şu anki bakış açımdan mutluyum, fiziğimden memnunum. Ama sevdiğim birini kaybetmek, hastalanmak gibi şeyler var hayatta. Ya da eskisi kadar cesur , gözü kara olamıyor insan. Bunların farkına varıyorsun yaşla beraber. Orası kötü, oradan hoşlanmıyorum.
Çığlık atmak, bağırmak, çok ses çıkarmak istediğin zamanlar oluyor mu?
Evet, evet, sinirlenince olabiliyor galiba. Yani ama çok nadir eskiye göre. Eskiden daha çabuk sinirim zıplardı, şimdi kendime daha iyi hakim olabiliyorum.
Peki sesi birazcık daha metafor gibi düşün, “sessiz kalmayalım” dediğin konular neler?
O kadar çok var ki... Hangisinden tutalım, sen söyle. Birçok şeyde sessiz kalmak gerekiyor, maalesef.
Gerekiyor mu?
Yani öyle, hayat gerektiriyor, öğretiyorlar galiba değil mi?
Sesimizi mi kıstılar sence?
Biraz kısıldığını düşünüyorum ben. Ülkemizde en ağır suç düşünce suçu, yani bu durumda aksini söylemek mümkün değil gibi.
Korkutuyor mu bu sessiz kalmak zorunda olmak?
Korkutmuyor, sinirlendiriyor aslında. Farklı sesler duymak iyidir, zihne iyi gelir , zihni diri tutar. Düşünmeyi, fikir üretmeyi sağlar. Öbür türlü aynı şeye inanan aynı değer yargıları olan bir sürüye dönüşürüz. Üretemeyen, fikri olmayan vicdanı olmayan bir sürü.

"ALTERNATİF SESLERİ SEVİYORUM"
Farklı sesler demişken, yeni yazarların, yeni yönetmenlerin ilk işlerine çok değer verdiğini ve zaman ayırdığını görüyorum eskiden beri. Orada da yeni birilerinin, yeni seslerin çıkmasına destek gibi bir çaban mı var?
Alternatif oluşumları ve alternatif sesleri seviyorum; kendimi de öyle görüyorum çünkü. Kendine has, otantik insanları seviyorum. Ve galiba insan bir şeyi ilk defa yapmaya çalışırken, en tutkulu, kendine en yakın halinde oluyor. Buna şahit olmak da güzel ve yaratıcı bir deneyim benim için.
Sahnenin ses hafızası sende nasıl?
Daha geçen hafta bundan ne kadar büyülendiğimi yine fark ettim oyuna girerken. oyuna çıkmadan önce, sahnenin bir sesi vardır, bir sessizliği vardır yani. Orada sen provanı yaparsın, ışık kurulur, teknik provanı alırsın. Sonra her şey bir temizlenir ve seyirci içeri alınmaya başlar. Orada da başka bir ses başlar ve mekana adeta başka bir yere dönüşür . Bu bana inanılmaz geliyor. Aynı mekan, her şey aynı ama insanlarla farklılaşıyor.
Sahnedeyken seyircilerden gelen seslerle ilişkin nasıl?
Hepsini duyarım ama kulak kesilmem. genel enerjiyi hissederim “şu an buradalar mı, bizdeler mi, bizi izliyorlar mı” enerjisi. Dikkatler dağınık mı? Onun bir enerjisi vardır, o da bir ses aslında. O çok hissedilen bir şeydir. Onu yönetmeye de severim, daha doğrusu yönetmek değil de onunla oynamak, partnerin gibi. Anlatabildim mi bilmiyorum:)
Son bir soru. Hem hayatının hem de kariyerinin belli bir döneminde sesinin hiç duyulmadığını hissettiğin, bununla baş etmeye çalıştığın oldu mu?
Oyuncu olmanın acıklı bir tarafı var aslında. Martı oyununda oyunculuğun tragedyası üstüne konuşulur. Kariyerlerimiz bizim kontrolümüzde değil. Başına gelenlerle oluşan bir şey; şans faktörü çok önemli. Bu anlamda da bazen inişler çıkışlar olabiliyor. Bazen hayal ettiğin bir şey oluyor ama aslında hiç onunla doğru orantılı bir şey yapmıyorsun. Bunun sıkıntısını yaşayabiliyorsun. Ama şunu hiç unutmuyorum; hayat o kadar değişken ki her zaman sürprizlere, güzel ihtimallere açık. Yani Nina’nın dediği gibi bizim işlerde önemli olan sabretmek, diretmek! Buna tutunarak yaşamaya devam ediyorum:)
* Röportajı ve fotoğraf çekimini gerçekleştirdiğimiz Bina’ya misafirperverlikleri için çok teşekkür ederiz.


%20(3).jpg)
