Nasıl bir yıl geçirdin, nasılsın?
Aslında pek iyi bir yıl geçirmedim. Babam ve bazı yakınlarım bu dünyayı terk ettiler. Ama tabii bir yandan mesleğimde, müziğimde iyiye gitti bir şeyler, albüm çıkardım. Şu anda iyiyim.
Intra Muros Istanbul’u çıkardın taze. Adından da anlaşılacağı gibi bu bir İstanbul albümü aslında. Bu konsept nasıl gelişti?
Aslında ilk olarak albümün adı belirdi bende. İlk kez Suraiya Faroqhi’nin bir makalesinde karşılaşmıştım “intra muros Istanbul” ifadesiyle; “surlar/duvarlar arasında” demek. Stüdyoda kayda girmeden önce notlarıma yazmıştım, Intra Muros Istanbul başlıklı bir albüm olabilir, diye. Bunun hem çok müzikal hem de poetik bir isim olduğunu düşünüyorum.
Ben bir mekânı ya da bir edebi ürünü müziklendirmeyi seviyorum. Bu albümde de tam olarak öyle oldu; Suriçi İstanbul’unu müziklendirmek istedim. Temelleri ne zaman atıldı hatırlamıyorum; ama Abdülhak Şinasi Hisar’ın kitaplarını çok okuduğum bir dönem, Boğaziçi Mehtapları kitabında şarkıların isimlerinden de bahsettiğini görmüştüm. Onları oradan çekip çıkarmış, biraz da Abdülhak Şinasi Hisar’ın edebi dünyasından bahsederek bir konser projesi hazırlamıştım 5-6 yıl önce. Bu, İstanbul Ansiklopedisi’nin Müziği konserlerinin ayak sesi oldu diyebilirim. İstanbul Ansiklopedisi’ndeki müzikal datayı seslendirmeyi hep çok istiyordum. Bu albümün izlerini de –edebi bir ürün ve bir mekâna müzik yapmak açısından- oralarda bulabilirim belki.
Albümdeki her şarkının bir hikâyesi var. Bu hikâyelerden bahseder misin biraz?
Albümde 8 şarkı var. Her eser bir hikâyeye sahip ve isimlendirmeleri de buna göre yapıldı. İlk şarkı olan Sultan İbrahim’in Huzurunda Oynanılan Raks, 17. yüzyıldan bir eser. Hikâyesi de bence çok güçlü. Bunu notaya alan kişi Ali Ufki Bey adında biri. Aslında Osmanlı müziği, müzikal aktarımını 19. yüzyıl sonlarına kadar meşk sistemiyle sürdürdü, repertuardaki pek çok eser hep ezber yoluyla aktarıldı talebeye. Ali Ufki Bey ise 1600’lerin başında doğmuş, aslen Polonyalı. Polonya’daki bir savaşta esir düştükten sonra İstanbul’a getirilip saraya satılıyor. Nota yazımı biliyor ve sarayda -en azından tarihi kaynakların söylediği kadarıyla- nota yazımı bilen biri yok. Sarayda müzisyen olarak görev yapmaya başlıyor, müzik hocalığı yapıyor ve kendi döneminde pek çok müzik eserini notayla kayıt altına alıyor. Saray hayatını anlattığı bir kitabında saraydaki diğer müzisyenlerin ve öğrencilerinin nota yazımını pek merak etmediğini söylüyor. O dönemde -ve 19. yüzyılın sonlarına kadar- nota yazımının yaygın olmamasının bir sebebi de bunun müziği demokratikleştirecek ve daha erişilebilir kılacak olması olabilir. Pek çok hoca, nota yazımını tekelinde tutarak bir nevi hiyerarşi kurmaya çalışıyor aslında. Dolayısıyla Ali Ufki Bey’in notaya aldığı eserler çok kıymetli, her şeyden önce bunu 1600’ler gibi erken bir tarihte yaptığı için.
"Mekânı, insanı, hikâyeyi, tarihi önemsiyorum. Böylece müzik de daha fazla anlam kazanıyor benim için."
Tüm bu bahsettiklerin uzun araştırmaların çıktısı aslında. Senin araştırma sürecin nasıl işliyor peki?
Ben konservatuvarda okurken müziğin hep icra kısmına odaklanıyorduk. Eseri seslendiriyordum, bestecisini tabii ki biliyordum ama “bu kişi kim, ne zaman yaşadı, yaşadığı dönemde nasıl bir sosyal hayat vardı ya da müziği kim dinliyordu?” gibi soruların cevabı pek yoktu. Ben de bunun eksikliğini çekiyordum. Konservatuvarın bitimine birkaç yıl kala bu alana ilgi duymaya başladım. Sürecim tarih kitapları okuyarak ilerledi. Müziğin icra kısmının ötesinde bir de arka planına odaklanmaya, literatürü takip etmeye başladım. Bir müziği üretenleri, dinleyenleri ve dinlenilen mekânları o müzikle eşleştirebilir oldum zamanla. Daha geniş bir çerçevede okuma yaptıktan sonra müzik de daha fazla anlam kazanıyor benim için. Mekânı, insanı, hikâyeyi, tarihi önemsiyorum. Mesela albümdeki ikinci eser, Zaharya 25 Ocak 1738 hem bir mekâna hem bir karaktere hem de bir tarihe referans olan bir şarkı.
Nedir Zaharya 25 Ocak 1738’in hikâyesi?
Zaharya 18. yüzyıldan Rum bir müzisyen. Aslında bir kürk taciri ve muhtemelen oldukça zengin biri. Ama dediğim gibi, aynı zamanda müzisyen ve Fener’deki Rum Ortodoks Patrikhanesi’nde ayinlere katılan bir muganni.* Benim albüme koyduğum bağlam ise şu: Kastoria doğumlu (ilginçtir ki Kastoria da Zaharya’nın mesleği olan kürk ticaretiyle meşhur bir yer) bir şair olan Sır Katibi Salâhî Efendi’nin bir kroniğinde “25 Ocak 1738 günü Zaharya adlı Hıristiyan besteci sarayda sultanın huzurunda kendi bestelerini seslendirdi” yazıyor. Hem Zaharya’ya hem Sultan’ın bulunduğu Topkapı Sarayı’na hem de spesifik bir tarihe atıfta bulunuyor bu parça.
Albümdeki şarkıların isimlerini olduğu gibi mi aldın, yoksa değiştirdin mi?
Osmanlı müziğinde şarkı isimleri daima o müziğin ilk dizesiyle adlandırılır, birkaç istisna hariç ayrıca bir isimlendirme yapılmaz. Zaharya 25 Ocak 1738’in adı aslında Terk Eyledi Gerçi Beni Ol Mâh Cemâlim ama ben mekân ve karakterleri daha fazla vurgulaması ve albümün konseptine uygun olması açısından kendi isimlendirmemle kaydettim. Diğer şarkıları da öyle. Sadece ilk şarkıyı ve Acıyaydı Bana Bir Kerecik Ol Gonca-femim şarkısını olduğu gibi bıraktım. Bir de son şarkı zaten bana ait olduğu için onu da kendim isimlendirdim.
Albümdeki şarkıların sırası önemli mi?
Kronolojik bir sırası var aslında. İlk eser 17, sonraki 18, sonrakiler 19. yüzyıldan - en azından 19. yüzyılda doğmuş besteciler tarafından yapılmış. Sonuncusu da zaten benim bestelediğim, 21. yüzyıldan bir şarkı.
Bu albüm içinde senin hikâyesini en sevdiğin şarkı hangisi?
Acem’in Evi diyebilirim. Burası 1800’lerin ortalarında Çapa’da çok meşhur bir genelev. Serseri İbrahim adında bir İranlı tarafından işletiliyor. İstanbul Ansiklopedisi’nden öğreniyoruz biz bu bilgileri. Burada çalışan yosmaların isimlerini de yazmış Reşad Ekrem Koçu. İçlerinden biri Kumru lakaplı bir yosma ve ansiklopedide Kumru için yazıldığı iddia edilen bir şarkı var. İşte Acem’in Evi o şarkı.
“Her şeyden önce müziğim İstanbullu.”
İstanbul’a karşı hislerin ne durumda? Buraya ait hissediyor musun?
Bir şekilde ait hissediyorum diyebilirim. İstanbul’la bağım çok kuvvetli. İstanbul’a dışarıdan baktığım için de bu kadar kuvvetli olabilir bu bağ. Burada doğup büyüseydim yine böyle olur muydu, bilmiyorum. Bir de tabii asıl yaptığım işten dolayı çok büyük bir bağım var. Müziğim İstanbullu her şeyden önce.
Peki İstanbul’da en sevdiğin yer ve en sevdiğin şey ne?
En sevdiğim yer Büyükada. En sevdiğim iki şey var: Büyükada-Kabataş vapur yolculuğu ve pek bilinmeyen, biraz kuytu köşede kalmış bazı gastro noktaları. Bir esnaf lokantası veya bir bozacı olabilir bu. Mesela Kapalıçarşı’da Fahri Usta Lokantası var; çok eski bir lokanta, dokusu da çok güzel. 12.00’de açılır, 15.00’te kapanır ve her günün menüsü bellidir. Gerçek bir esnaf lokantası yani; orayı çok seviyorum. Kurtuluş’taki Damla Boza’nın bozası muhteşem. Sirkeci Garı’nın çay ocağına sık gidiyorum; ama geçenlerde öğrendiğime göre kapanacakmış burası, buna biraz canım sıkıldı. Kınalıada iskeledeki balıkçı barınağı da hâlâ eski İstanbul’dan bir doku taşıyor. Buralarda vakit geçirmeyi seviyorum.
Yaptığın işte tekrara düşmüş hissediyor musun?
Hikâyeler konusunda hissetmiyorum çünkü her şarkının farklı bir hikâyesi var; fakat sadece İstanbul özelinde bir şey ürettiğim için tekrara düşme hissini çok yaşıyorum. Sıkılmaya başladım açıkçası ama bunu negatif bir his olarak algılamıyorum. İnsan sıkılır; sıkılmalı da bence. Yeni bir üretim aşamasına geçebilmek için sıkılmak gerek.
Sen geçebildin mi yeni bir üretim aşamasına? Denemeye heves duyduğun şeyler var mı?
Kafamda bir rota çizdim diyebilirim. Uzun vadede çıkacağım İstanbul’dan. Yaptığım müziğe yakın coğrafyalara gitmek istiyorum. Bunun ilk nüvesini Ehram adlı bir şarkıda vermeye çalıştım.
Ehram’ın hikâyesi İstanbul’la ilgili değil o zaman. Ne peki?
Geçtiğimiz Nisan ayında Atina’daydım. Atina’ya daha önce de gitmiştim ama bu kez daha uzun kalma fırsatım oldu. Yunanistan insanının kendi müzik kültürüyle -ki bu müzik kültürü bizim coğrafyamızın müziğiyle çok yakın bir ilişki içinde- bağının buradakinden daha kuvvetli olması çok etkiledi beni. O Atina gezisinden sonra yazın birkaç kere de Midilli’ye gittim. Eresos diye bir bölge var orada, şair Sappho’nun memleketi. Eresos çok etkiledi beni ve tam o sıralarda Orhan Veli’nin bir şiirini okuyordum, Ehram. Piramit demek ehram. Sappho’yla çok ilintili geldi bu şiir bana. Belki de kendimce bir bağ kurdum. Sonra o şiiri besteledim. Midilli’ye bir sonraki gidişimde de yüksek bir tepedeki bir şapelde kaydettim o müziği. Galiba benim bu coğrafyadan çıkışımın ilk adımı oldu bu. Geçtiğimiz yılın başından beri Akdeniz -ama özellikle Yunan coğrafyası- beni oldukça cezbediyor. Önümüzdeki Haziran’da Kınalıada Hristos Manastırı’nda vereceğimiz bir konser olacak. Bu konserin teması da yine bu coğrafyaya referanslar taşıyor.
"Dinleyicilerin yaşadığı şehirle bağı kuvvetlensin istiyorum."
Müzik yaparken ne umuyorsun? Dinleyiciye geçmesini istediğin bir şey -bir fikir, bir his olabilir bu- var mı?
Dinleyicilerin yaşadığı şehirle bağı kuvvetlensin istiyorum. Müziğimle “böyle bir eser var bakın; Cerrahpaşa’daki sokak köpeğini de, yosma Kumru’yu da kayıt altına alan tarihi metinler var; yaşadığınız şehrin üzerine pek çok literatür üretilmiş; kıyıda köşede kalmış pek çok şey birileri tarafından görülmüş ve değer bulmuş” demek istiyorum aslında.
Çalışma rutinin nasıl?
Değişiyor. Açıkçası albüm çıktıktan sonra pek bir şey yapamadım. Pandemi döneminde tezimi yazmaya başlamıştım ben. O dönem benim için rüya gibi. Hep o çalışma rutinine dönmek istiyorum. O zamanki gibi çalışamadığımda çalışmışım gibi gelmiyor hiç.
Diğer sanat disiplinleriyle ilişkin nasıl? Başka alanlarda da üretim yapmak istiyor musun?
Edebiyatı ve sinemayı çok seviyorum. Bu albümüm için bir belgesel senaryosu yazdım. Bir sonraki projem için de kısa film senaryosu yazmak istiyorum. Bilmiyorum, bakalım.
Şu sıralar yeni bir şeyler çalışıyor musun?
Birkaç şarkı besteledim bir sonraki projem için ama süreç devam ediyor hâlâ. Fikri ayaklandırma sürecindeyim. Albümünü yapmak istediğim romanı (Kara Kitap) besleyen başka yazılı kaynaklar da var, onlarla vakit geçiriyorum.