Published in  
Meseleler
 on  
August 20, 2025

Türkiye'de “Hayır” Demenin Bedeli: Ceyda Yüksel'den Belediyelere, Ormanlara, Köpeklere Uzanan Bir İtaat Dayatması

Kategori
Meseleler
Tarih
20/8/25

Türkiye'de “Hayır” Demenin Bedeli: Ceyda Yüksel'den Belediyelere, Ormanlara, Köpeklere Uzanan Bir İtaat Dayatması

.

Kategori
Meseleler
Tarih
20/8/25

Türkiye'de “Hayır” Demenin Bedeli: Ceyda Yüksel'den Belediyelere, Ormanlara, Köpeklere Uzanan Bir İtaat Dayatması

.

“Hayır” kelimesi, en basit ifadeyle istenmeyene rıza göstermemenin, dayatılanı reddetmenin, haksızlığa karşı direnmenin ifadesi. “Hayır” konuşmaya başlayan çocukların ilk öğrendikleri kelimelerden biri, hangi dilde olursa olsun. Çünkü çok önemsiz gibi görünen bu kelime aslında hayatta kalmanın, medeniyetin, özgürlüğün, demokrasinin, ötekine saygının, varlığın temellerinden biri. “Hayır” denemeyen bir toplum, rıza değil, zorbalık üzerine kurulur. Çünkü rıza, “hayır” deme hakkı ve bu hakkın saygıyla karşılanmasıyla mümkündür. 

Her “evet” ancak “hayır” sayesinde anlam kazanır. Eğer “hayır” yoksa seçim de yoktur; sadece boyun eğiş vardır. Hayır, bizi tüketen, zarar veren, istemediğimiz şeylere karşı bir kalkan; bizi var eden, koruyan, özgürleştiren bir kelimedir.

“Hayır”, olumsuzluk değil, bir yaşam aracı, sınır, özgürlük ve onurun ifadesidir. İnsan kalabilmemiz için en güçlü araçlardan biridir. Özellikle kişisel sınırlarımız söz konusuysa, “hayır” tek başına bir cümledir ve başka hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymaz. Ne var ki bugün Türkiye’de bu basit gerçeğin dahi ağır bedelleri olduğunu izliyoruz. “Hayır” dediği için öldürülen kadınlar, milyonların “evet” oyuyla seçilen yani bir başkasına hayır denilmesiyle seçilen ve bu evet/hayır denklemine ceza olarak tutuklanan belediye başkanları, “hayır” denilmesine rağmen yakılıp yok edilen ormanlar… Halkın ve bireyin varlığını, rızasını yok sayan bir erkek egemenliği dayatması… 

Bunun sonucu olarak, genel geçer hukuk ve ahlak nezdinde “rıza yoksa ilişki de olamaz” ilkesi; yani dünyanın her yerinde bilindiği söylemi ile “No means no” ilkesi bu kadar yalınken, bizde bir kadının “hayır”ının anlamı bile çarpıtılabiliyor. Çünkü 2025 Türkiye’sininn mevcut yargı pratiğine ilişkin siyasallaşma eleştirileri gösteriyor ki toplumun gözünde “adalet”, “vefa”dan bile daha anlamsız bir kelimeye dönüştü. Kamuoyunda hukuk güvenliği algısının zedelendiği yönünde eleştiriler her yerde. Nasıl olmasın ki? İzmir’de 21 yaşındaki Ceyda Yüksel, cinsel ilişki teklifini reddettiği için 45 yaşındaki Serkan Dindar tarafından katledildi. Üstelik mahkeme, katile müebbet vermek yerine “haksız tahrik” indirimi uygulayarak cezayı 18 yıla düşürdü. Bir kadının “hayır” demesi, katile göre onu “tahrik eden” bir davranış sayıldı! 

Dahası, Yargıtay bu tartışmalı indirimi onadı. Gerekçede failin, reddedilince duyduğu “elem ve öfke”nin tahrik nedeni sayılmasının hukuka uygun olduğu belirtildi. Kamuoyu, genç bir kadının hayatını alan biri, sırf “öfkelendiği” gerekçesiyle ödüllendirildiğini söyledi, karar ço tepki aldı. Ne yazık ki Ceyda’nın hikâyesi bir istisna değil. Muğla’da vahşice öldürülen Pınar Gültekin’in katili de benzer şekilde “haksız tahrik” indirimi almış, Yargıtay bu indirimin uygulanması gerektiğine hükmetmişti. 

“Elem ve öfke” duygusu ile cinayet işlemek, bir suç için indirim sayılabiliyorsa suç nedir yeniden düşünülmeli. TUİK raporlarına göre Türkiye nüfusunun yüzde 14.5’u mutsuz. Bu sadece küçük çaplı bir araştırmanın sonucu. Ülkede depresyon ve mutsuzluk seviyeleri son senelerde roket hızıyla yükseliyor. Bu durumda hukuk sistemi “elem ve öfke” duygusunu tahrik nedeni sayıyorsa hepimiz muazzam tahrik olmuş haldeyiz, birbirimizi öldürmeye mi başlamalıyız? Ya da sadece hayır diyenleri mi öldürüyoruz, nedir durum? 

-KISA BİR ARA BİLGİ-

Türkiye Cumhuriyeti Ceza Hukuku, temellerini İtalyan Ceza Hukuku’na dayandırıyor. 1926 yılında kabul edilen Türk Ceza Kanunu yapılırken, tüm dünya hukukunu etkileyen, 1889 tarihli İtalyan Zanardelli Ceza Kanunu esas alınmıştı. Benim gibi 2005 öncesi hukuk fakültelerinde öğrenci olanların çok aşina olduğu, uykusuzluk sebebi bir kanundu bu. 2005 yılında ise modernleşme ve güncelleme gereksinimleri ile 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu kabul edildi. Bu kez baz alınan Almanya (StGB), İsviçre ve kısmen Fransız ceza hukuku idi. Bu değişime rağmen hâlâ daha İtalyan etkisi vardır Ceza Hukuku’nda. 

Temelimizin dayandığı İtalya, bu sene büyük alkış alan bir hamle yaptı ve kadın cinayetlerinin tamamında failin ömür boyu hapse mahkum edilmesini öneren taslak yasayı kabul etti. Son araştırmalar, İtalya’da cinayet oranlarının düştüğünü ama kadın cinayetleri oranlarının sabit kaldığını ya da yalnızca çok az azaldığını gösteriyor. İtalya İçişleri Bakanlığı’nın resmi verilerine göre 2024 yılında 113 kadın cinayeti kaydedildi ve bunların 99’u aile üyeleri, partnerler veya eski partnerler tarafından işlendi. 

Türkiye’de ise 2025’in sadece ilk 6 ayında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısının 136 olduğu, 145 kadının ise şüpheli şekilde yaşamını yitirdiğini açıklandı. (Kaynak: Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu)

Öte yandan, 2005 kanununda örnek alınan Almanya’da kadına karşı şiddet ve cinayetlerin tamamı "kasten öldürme" kapsamında ağırlaştırıcı nedenlerle cezalandırılır; ayrıca “kadına karşı şiddetle mücadele yasaları” sayesinde koruma kararları ve failin evden uzaklaştırılması kolayca uygulanırken kadın ve çocukların güvenliği ve refahı devlet tarafından en iyi şekilde sağlanıyor. Ayrıca Almanya, şiddet mağduru kadınları korumak için 2002’den beri yürürlükte olan “Şiddetten Koruma Yasası”na (Gewaltschutzgesetz) sahiptir. Bu yasa, aile içi şiddet uygulayan kişinin evden uzaklaştırılması, mağdura yaklaşamaması (yaklaşmama kararı) gibi önlemleri hızla alabilmeyi sağlar. Uygulamada Alman polisi, şiddet durumunda failin evden derhal uzaklaştırılmasını ve koruma tedbirlerini standart olarak uygulamaktadır. Almanya’da “kadın cinayeti” terimi hukuki bir kategori olmasa da, bir kadının partneri tarafından öldürülmesi genellikle “alçakça saik” sayılıp müebbet hapis cezasıyla neticeleniyor. İsviçre’de ceza hukuku toplumsal cinsiyet eşitliğini temel alır; aile içi şiddet ve cinsel saldırı şikâyete bağlı olmaktan çıkarılmıştır ve bu vakalara devlet doğrudan müdahil olur. Kadınların sadece fiziksel değil psikolojik refahları da devlet tarafından önem verilen konular arasında bulunuyor. Fransa’da ise “Femicide” (Féminicide/kadın kırımı) yani kadın cinayeti kavramı hukukta dolaylı olarak tanınıyor. Fransa hükümeti 2019’daki Grenelle de violences conjugales (Aile İçi Şiddet Çalıştayı) sonrasında kadın cinayetleri ve şiddete karşı aile içi şiddet vakalarında özel savcılık birimleri ve elektronik kelepçe gibi önleyici tedbirler geliştirdi. Fransa’da ayrıca şiddet mağduru kadınlara acil durum telefonu dağıtılması, doktorların hasta rızası aranmaksızın aile içi şiddeti savcılığa bildirebilmesi hakkı, sığınma evi kapasitesinin artırılması gibi önlemler de yürürlüktedir.

Uluslararsı Hukuk’un kaynak aldığı kurumlara baktığımız zaman ise Birleşmiş Milletler, UN Women gibi uluslararası kurumlar “rıza konusunda sınırlar nettir, ‘hayır’ her durumda ‘hayır’ demektir, kurbanı suçlayan veya failin suçunu mazur gösteren söylemlere karşı durulmalıdır” şeklinde kampanyalar yürütüyor. Nitekim UN Women’ın “UNiTE” kampanyası kapsamında, “rıza söz konusu olduğunda gri alan yoktur. Hayır, demek hayırdır” mesajı güçlü şekilde vurgulanmışt. Özellikle UNWomen çalışmalarında, “cinsel rıza konusunda sınırları bulanıklaştırmaya, suçu mağdura yüklemeye ve failin suçunu mazur göstermeye çalışan her söyleme karşı birlikte duralım” diyerek “hayır”ın anlamını sık sık hatırlatıyor ve hatta bu konuda kampanyalar düzenliyor, kız ve erkek çocuklarının “rıza” ve “hayır” konusunda eğitmek üzere çalışmalar yapıyor, yapılan çalışmaları destekliyor. 

Çünkü tarih veya coğrafya ne olursa olsun bir insanın “hayır” demesi her durumda tartışmasız bağlayıcı olmalı. Bunu kabul etmeyen bir yargı sistemi, failleri cesaretlendirip adalet duygusunu derinden yaralarken kendi meşruluğunu, vicdanını, ahlakını ve adaletini de sorgulatıyor. 

SANDIKTAKİ “HAYIR”IN BEDELİ

Bireysel hayatlarımızda “hayır”ın anlamı böyle değersizleştirilirken, siyaset sahnesinde de benzer bir ibret tablosu görüyoruz. Milyonlarca insanın sandıkta verdiği “evet” oyu – yani iktidara, dayatılan düzene karşı demokratik itirazı, “hayır”ı ne yazık ki hükümet tarafından türlü nedenlerle yok sayılıyor. 2019 yerel seçimlerinde büyükşehirler ve pek çok ilçe muhalefete geçince, halkın bu iradesine saygı duyulması beklenirdi. Ancak iktidar tam tersini yaptı: “Bu kapıdan içeri milletin oylarıyla giremeyenler, şimdi yargı yoluyla girmeye çalışıyor” demişti CHP lideri Özgür Özel, seçilmiş belediyelere açılan peş peşe soruşturmalara tepki gösterirken. Burada üzücü olan; kamuoyundan anlaşıldığı kadarı ile “yargı yolu” denen durumun terazisine hiç güven olmaması ve yargının hukukla ilgisi olmayan bir cezalandırma sistemi gibi kullanıldığı algısının büyümesi… 

Dünya da tüm bu olan bitenin farkında: İnsan Hakları İzleme Örgütü bu kitlesel gözaltı dalgasının bariz biçimde muhalefete yönelik siyasi bir saldırı olduğunu belirtti; “İmamoğlu’nun keyfi şekilde gözaltına alınmasının seçmenlerin seçme hakkını ihlal ettiğini ve Türkiye’deki demokratik süreçleri baltaladığını” vurguladı. Gerçekten de, halkın oylarıyla seçilmiş bir başkanın verilen raporlarda ve muhalefet açıklamalarında gerekçenin hukuken somutlaştırılmadan tutuklanması, milyonlarca “hayır” oyuna karşı yapılmış bir rızasızlığa muhalefet, evet demeyenin yok sayılması, haklarımıza ve seçimlerimize yapılmış bir zorbalık değil de nedir? 

Devamında gelen tüm tutuklamalar ve görevden uzaklaştırmaların aynı muhalif parti belediyelerinden olması, halkın sandıkta ortaya koyduğu “değişim” iradesine karşı iktidarın adeta siyasi misilleme yaptığı algısını güçlendirdi. Seçmen “biz sizi istemiyoruz, HAYIR” dedi, iktidar da “öyleyse biz de seçtiklerinizi hapse atarız” diyerek karşılık verdi. Demokratik teamüller açısından vahim olan bu durum, halkın “hayır, seni istemiyorum” mesajının “elem ve öfke” doğuran tahrik nedenleri olduğu anlaşılıyor. Bir yanda “yargı oyunlarıyla belediyelere kayyum atamak demokrasinin işi değil, bu tükenmişliğin göstergesidir” diyen muhalefet liderleri, öte yanda her fırsatta seçmenin iradesini yok sayıp muhalif yöneticileri kriminalize eden bir iktidar arasında ekonomik olarak tükenmiş, birbirine karşı saygısı kalmamış, rıza aramayan, şiddeti normalleştiren, kendini güçlü zannedenin ötekini öldürmekten beis duymadığı bir toplum yaratıyor. Yeni Türkiye toplumu.

AĞAÇLARIN KATLİNE “HAYIR” DİYEN KÖYLÜLER, SUSTURULAN İTİRAZLAR VE YAKILAN ORMANLAR

Otoriter rejimlerin en acımasız silahı, insanların sevdiklerini ellerinden almak, onları mutsuzluğa, umutsuzluğa ve korkuya sürüklemektir. Bütün bunlar aslında tek bir amaç içindir: “Hayır” diyebilen iradeyi kırmak. Görünürde küçük bir hamle gibi duran bu yöntem, aslında büyük bir politik stratejidir. Müziği sustururlar, köpekleri öldürürler, şehirlerden yeşili silerler… Hayırın bedelini doğayla, hayvanlarla, radyolarla, televizyonlarla ödetirler; ceza verirler, tıpkı sevgiyi ve harçlığı kesen bir baba gibi. Bunun örneklerini Nazi Almanyası’nda sanatın “yoz” ilan edilmesinde (entartete Kunst), Sovyetler’de muhalif sanatçıların sürgünlerinde, 12 Eylül Türkiye’sinde yasaklanan şarkılarda ve kitaplarda buluruz. Hepsi benzer mekanizmaların farklı tarih ve coğrafyalardaki tezahürleri. Otoriter iktidar, kendi iradesine karşı çıkan her iradeyi kişisel bir hakaret sayar. Ve tarihe baktığımızda, hemen her otoriter rejimde aynı sürecin tekrarlanarak yürüdüğünü görürüz. Otoriterliğin ince ama acımasız mantığı sevgiyi, umudu, doğayı, sesi elinden alarak insanı yalnız bırakmayı hedefler. Böylece direncin kırılacağına inanır. Oysa tarih bize gösteriyor ki, yasaklanan her şarkı başka bir yerde yeniden söylenir, susturulan her söz bir başkasının dilinde yankılanır.

İnsanlar sussa, sinse doğa konuşur aslında. Günümüzde de doğanın kendisi bu düzende “hayır” dediği için bedel ödüyor sanki. Yaz aylarının korkunç sıcakları, seller, müsilaj kabusu, nesli tükenen hayvanlar, biten sular, azalan ürünler… Hepsi doğanın bu betonlaşmaya, rant sistemine “hayır” demesi değilse nedir? Son senelerde yaşadığımız afetlerin kendisi ve sonuçlarının boyutları insan ihmaliyle, yanlış politikalarla doğrudan bağlantılı. Uzmanlar yıllardır uyarıyor, çevreciler eylemler düzenliyor; “Ormanlarımız yanmasın, derelerimiz kurumasın, taş ocakları, madenler doğamızı talan etmesin” diye feryat ediyorlar. Fakat iktidar “hayır” çağrılarına kulak tıkıyor.

2021 yazında Türkiye tarihinin en büyük orman yangınlarını yaşadı. 28 Temmuz – 12 Ağustos arasında çıkan tam 299 ayrı yangında yüz binlerce hektar orman kül oldu, 8 insan ve sayısız hayvan can verdi. Bu felakette havadan ve karadan müdahalelerin yetersiz kaldığı açıkça görüldü; ülkenin yangın söndürme uçaklarının eksikliği tartışma konusu oldu. İzmir’in ormanları, Muğla’nın zeytinlikleri, Hatay’ın dağları ardı ardına yandı. Bu sene sıra Çanakkale’ye geldi… Her felaketten sonra “yanan alanlar ağaçlandırılacak” deniyor ama geçmiş deneyimler halkın endişesini büyütüyor.

Çünkü biliyoruz ki, yanan orman alanlarının neredeyse tamamı kısa süre sonra imar planı değişiklikleriyle yapılaşma uygulandı. Daha önceki Bodrum/Trabzon/Manavgat örneklerinde, basın haberlerine göre yangın sonrası yapılaşma süreçleri gündeme gelmiş; bu durum kamu yararı ve ekolojik koruma açısından tartışma konusu oldu. Mesela 2007’de Bodrum Güvercinlik’te çıkan yangında 250 hektar orman kül olmuştu. Dönemin yetkilileri “Yanan yerler asla imara açılmayacak” diye söz verdi. Sonuç? Aynı bölgeye, basına yansıyan haberlere göre birkaç yıl içinde beş yıldızlı oteller ve lüks villalar dikildi. İddialara göre 2012’de La Blanche Island, 2016’da Titanic Deluxe Bodrum, 2018’de Lujo Bodrum adlı dev oteller, daha da ötesi 25 bin metrekare orman arazisi üzerine inşa edilen 28 ultra lüks villa hizmete açıldı. Üstelik ironiye bakın ki 2021’de Bodrum’da çıkan başka bir yangında, alevler Titanic Otel’e yaklaşınca otel müşterileri denizden tahliye edilmek zorunda kaldı. Yani orman önce yanıyor, sonra yerine betonlar geliyor, sonra o betonlar da yeni yangınlarda tehlikeye düşüyor… Aynı kısır döngünün Trabzon Sürmene’de de yaşandığını okuduk haberlerde: 2017’de orman yandı, Bakan “asla imara açılmaz” dedi; kısa süre sonra bölgeye 15 villa konduruldu. Manavgat’ta yanan orman arazisi belediyeye tahsis edilip mesire alanı adı altında yapılaştırıldı. Marmaris’te 2021’deki büyük yangından sonra milli park içindeki koylara dahi otel projeleri gündeme geldi. Antalya’nın Manavgat ilçesinde bulunan Türkbeleni Ormanı’nda ise 26 Temmuz 2013’te çıkan yangında, yaklaşık 100 dekar ormanlık alan yandı. Çıkan yangında yaklaşık 3’te 1’lik kısmı yanan Türkbeleni Ormanı, yangının ardından AKP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne tahsis edildiği basına yansıdı. Kasım 2016’da ise Büyükşehir Belediyesi tarafından Türkbeleni Ormanı’nda yanan alanın büyük bölümünü yapılaşmaya açacak projenin ihalesi yapıldığı, yine ormanlık alan içine belediye tarafından bir tesis kurulduğu basında küçük haberler şeklinde belirtildi. (Kaynak: Politikhaber)

Tüm bunlar yaşanırken, o ormanlar için canla başla mücadele eden insanların çığlıkları kulak tıkadı iktidar. Muğla’nın Akbelen Ormanı bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Milas’ın İkizköy’ünde köylüler tam iki yıl boyunca çadır nöbeti tutarak ormandaki ağaçları korumaya çalıştı. Çünkü Limak ve İÇTAŞ ortaklığındaki bir şirket, yakındaki termik santrallere kömür sağlamak için Akbelen Ormanı’nı yok etmek istiyordu. Köylüler “ormanımızı vermiyoruz” diyerek hukuki mücadele başlattı, direnerek kesimi durdurdu. Fakat 24 Temmuz 2023 sabahı, gün ağarmadan 05.30’da jandarma birlikleri ve iş makineleri çıkarma yaptı. Köylülerin nöbet alanı abluka altına alındı, motorlu testereler ormana girip çamları kesmeye başladı. İkizköylü kadınlar yolun ortasına oturup ağıtlar yakarak “Ne olur yapmayın” diye feryat etti. Ama nafile, ağaçlar birer birer devrildi. Türkiye’nin dört bir yanından çevre aktivistleri yardıma koşsa da güvenlik güçleri kimseyi ormana sokmadı. Ne destek, ne itiraz… Hiçbiri devleti kararından geri döndürmedi. Akbelen Ormanı, onca “hayır”a rağmen (ya da sadece hayır dendiği için) kıyıma uğradı.

Aslında, bu ülkede doğanın her parçası bir biçimde “hayır” diyor. Munzur “Beni barajlarla bölme” diyor, Kaz Dağları “Altın uğruna bağrımı delme” diyor, Salda Gölü “Beyaz kumsalımı beton yapma” diyor… Ve binlerce yürekli insan bu “hayır”lara ses verip nöbetler tutuyor, dava üstüne dava açıyor, sosyal medyada kampanyalar yürütüyor. Fakat iktidar doğrudan doğruya “devlet zoruyla evet” dedirtiyor. Tıpkı Akbelen’de, tıpkı Gezi Parkı’nda, tıpkı daha nice çevre direnişinde olduğu gibi, kolluk kuvvetleri ve yargı eliyle itirazları eziyor. Yani doğanın katline “hayır” demek de tıpkı diğerleri gibi erkin gücüne bir hakaret sayılıyor, erki elem ve kedere sürüklüyor, tahrik ediyor.

Hayır hayırdır

Tüm bu karanlık manzaraya rağmen “hayır” kelimesinin taşıdığı güçlü anlamı unutmamaya ant içenler sayesinde var olmaya devam edeceğiz. “Hayır” demek suç değildir, başkaldırıdır; günah değildir, haktır. Bir kadın, bir halk, bir toprak “hayır” diyorsa o hayırdır. Bunun aksini kabul etmek medeniyetle bağdaşmaz. Bir halk sandıkta “hayır” diyorsa, buna saygı duymamak demokrasiyi inkâr etmektir. Ülkenin efendileri köylüler topraklarının, ağaçlarının yok edilmesine “hayır” diyorsa, onu yakıp yıkmak gelecek nesilleri yok etmektir. Bugün hayır demek umut etmek demektir ama ne iktidara ne de hayır denilen kişiye hakaret değildir, itham değildir. Hayır demek bazen tek başına direniştir ve susturulmaya çalışılan her “hayır”, er ya da geç yankısını bulur. Bu ülkede “hayır” diyebilenler oldukça umut da var olacak, hiçbir karanlık sonsuza dek sürmeyecek. 

Fonda: “Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı kalmaz, hiçbir kitap yazmaz.

Önemli not: Bu yazıda çok saygı duyduğum hukukun aleyhime kullanılmaması için istediğim kelimeleri kullanmadım, basın ve düşünce özgürlüğüne merhaba dedim, bazı ifadeleri yumuşattım. Ayrıca elbette ki adı geçen kişi/kurumların yanıt ve düzeltme hakkı açıktır. Yanlış varsa düzeltmekten onur duyarım. 

Kaynaklar: