Organize edilen ilk H2000’de tanışmıştım onunla. 2000 yılında. Henüz avukatlıkla gazetecilik arasında gidip geldiğim, İstanbul Life dergisinde yazdığım zamanlardı benim. Siyabend de kariyerinin başlarındaydı, H2000 Festival Koordinatörü idi. Lamb röportajı istediğim için defalarca aramıştım, o şekilde tanışmıştık. Gençliğin yüzümde ışıl ışıl parladığı, arkadaşlarımın büyük çoğunluğu ile aynı şehirde, aynı ülkede olduğumuz zamanlar... Müziğin bizi çağırdığı yerde olduğumuz, müzik sayesinde yeni dostluklar edindiğimiz yıllar. Böyle bir dönemde, müzik sektörünün herhangi bir yerindeyseniz Siyabend Süvari ile tanışmamak imkansızdı çünkü gitmek isteyeceğimiz her müzik organizasyonunda onun da parmağı vardı.
O zamanlardan yaptığı işe tutkusu hemen belli oluyordu. Çok çalışkandı. Konser, festival organizasyon işinde olmak herkesin yapabileceği bir şey değildir ama o bu iş için yaratılmıştı ve her zaman bir sonraki organizasyonu kafasında planlar, bağlantıları kurar, daha sonraki işlerin de hayallerini kurardı. Onu 8 sene önce teşhisi konulan kanser sürecinde de bu kadar uzun süre hayatta tutan işine sevgisi ve hayalleri, planlarıydı.
Üçüncü H2000 sonrası organizasyon ekibindekiler dağıldı, sektörün başka kollarına geçti. Ama o vazgeçmedi. Devam eden yıllarda Rockistanbul mu dersin, Van için Rock mı, en gurur duyduğu işi Sonisphere mi? Hepsinin arkasında o vardı, boynunda festival badge’i, gözünde siyah Ray-Ban gözlükleri, organizasyonun durumuna göre ciddi ya da gururlu yüz ifadesi ile… Tutkusu ve çalışkanlığının yanı sıra şeytan tüyü de vardı, herkese sevdirirdi kendini bir şekilde. Hem bu şeytan tüyü, hem hınzırlığı hem de kafasına koyduğu her şeyi yapması nedeniyle aramızda ona “İblis” derdik. Siyabend diyen biri varsa zaten yabancıydı. “Siya” diye hitap edilirdi ama İblis dendiğinde mutlu olurdu. (Yüzündeki o kendinden memnun, hınzır gülümsemesini hatırlamak şu an ağlarken bile gülümsetiyor beni ve eminim tüm sevenlerini.)

İstanbul’un, Türkiye’nin en yaşanılası, en güzel zamanları olarak bilinen dönemlerinden bahsedilince muhakkak onun hayallerinden çıkmış bir konserden, festivalden de bahsedilir ama işin içinde onun olduğunu sadece sektördekiler, arkadaşları bilir. Dönemin en büyük yıldızları ile, Metallica’dan Tina Turner’a herkesle tanışmış, kuliste ağırlamış, fotoğraf çektirmişti ama bugünün iş yapma anlayışında olduğu gibi, işinden çok kendi yüzünü öne çıkarma kültürünün bir parçası olmamıştı hiç. O en güzel yılları güzelleştiren Ece Çelebioğlu’nun Siyabend hakkında paylaştığı postta söylediği gibi, bir grup birbirinden çok farklı ama müziğin, İstanbul’un ve hali ile Siya iblisinin çevresindeki ilişki halkalarında yer alan, onunla muhakkak bir şekilde tartışmış sonra da küfrederek sarılıp barışmış “çok güzel çocuklardık” biz. O dönemin influencerları olan lifestyle veya müzik yazan gazeteciler, müzisyenler, bloggerlar ve blogger olmaya çalışanlar, menajerler, organizatörler, eğlence sektöründeki markaların yöneticileri, mekan sahiplerinden oluşan iç içe geçmiş halkalar ve bu halkalardan birine eklenmeye çalışanlar… Beyoğlu’nun henüz Galatasaray Lisesi’nden ötesinin çok hareketli olmadığı ancak Babylon müdavimlerinin oralarda olduğu zamanlarda, Terkos Pasajı’nın (Şimdi Terkos AVM tabelası olan sokak) içindeki Bronx’ta müzisyenlerle mekanı bağlayan kişiydi. Sonra efsane Parkorman konserlerinin olduğu zamanlarda Parkorman’ın henüz havuzlu, şık restoranları olan, gerçek bir şehir ormanı olduğu zamanlarda organizasyon sorumlusuydu. Purple Organizasyon’a geçip başka efsanelere imza atana kadar. Son senelerine uzanan Avrupa ve Amerika’daki organizasyon şirketleri ile bağlantıları tam bu dönemde gelişmişti. Avrupa’da dönemin en büyük organizasyon şirketi olan Live Nation’ın en sevdiği kişilerden biriydi mesela, İblis işte… 2013 sonrasında bizim en içteki halkadaki ekipteki herkes yavaş yavaş başka hayatlara geçiş yapmak zorunda kaldı. Ülke değiştirdi, meslek değiştirdi, hayat değiştirdi… Nasıl olduğunu hiç anlamadığım bir şekilde hepimiz, bir çocuğun elinden düşen misketler gibi bir yerlere dağıldık. Son toplu buluşmamız benim ülkeden ayrılmadan önceki doğum günümdü, 2016 yılında. Tüm “ekip” oradaydı. Henüz kimse ötekini “çok” kırmamıştı. İlk açıldığı senelerde İstanbul’da en çok eğlendiğimiz yer olan TekTekçi artık yoktu ama hâlâ Toprak’ın orda, Aliye’de rakı için toplanıldığında muhakkak yan masada bir tanıdık olurdu ve muhakkak Siya da orada olurdu (Eğer yoksa telefonla aranırdı). Oradan Kiki’ye geçilirdi. Zaten gecenin bir noktasında muhakkak ikinci evimiz Kiki’ye geçilirdi, o zamnalradn kalan nadir güzelliklerden biri Kiki. Bir yerlerde Nadir (Duman) çalıyorsa yine mutlaka oraya uğranır, Siya ile birlikte istisnasız şekilde “It’s My Life” söylenirdi. (Bunu konserde canlı da söyledik, o sadece bir kez değil, Avrupa’nın, Ortadoğu'nun farklı şehirlerinde yaptığı organizasyonlarda çok kez söyledi) Büyük olasılıkla sabaha karşı herkes dans ederken biz Siya ile sakin bir köşede oturmuş hayat hakkında konuşuyor olurduk. Yine kendine hayran bırakırdı beni ama bir noktada “Gerçek bir İblis’sin” der, gülerek kalkardım…
Sonra Aliye de kapandı. Son rakımızda Siya’yla kadeh tokuştururken imalı şekilde “sağlığına” dedik çünkü İblis kanseri yenmeye kararlı bir şekilde ameliyat masasından kalkıp Aliye masasına oturmuştu. Ameliyat sonrası o masadaki fotoğrafını görünce yurtdışından telaşla aramış “Sen n’aptığını sanıyorsun” demiştim de “İyiyim ben, daha yapacak çok iş var, nerede buluşuyoruz” demişti. İnanmak istemiştim.
O konserleri yaptı Siya. Avrupa’nın hemen hemen her şehrinde, büyük stadyum konserlerini organize etti. Temelli gidebilirdi başka bir ülkeye ama gitmedi, burada yapmak istedikleri vardı. Gitmek isteyen arkadaşlarına ise Avrupa’nın büyük organizasyon şirketlerinde kapı açtı. Son ana kadar çalıştı. Son ana kadar sevdiğimiz işlere sarılmaya, kedilere, köpeklere, dostluğa, müziğe, iblisliğine inandırdı bizi.

Bir Siyabend Süvari belgeseli yapsaydım eğer (Neden olmasın?) bu belgesel aslında İstanbul’un ne kadar güzel olabileceğini hatırlatan bir belgesel olurdu. Bir grup insanın birbirini her zaman kollayarak, kavgalı olsa da arkasında durarak hayatı nasıl güzelleştirebildiğini, ertesi güne sarkan gecelerde gülmekten yorulmayı, bir konsere yalnız başına gidip 15 kişilik bir ekiple çıkmayı, yaptığın işi çok ama çok sevmeyi ve delice çalışmanın bile güzel olmasını anlatırdı. İstanbul’u bu çalışkanlık ve sevginin, vazgeçmemenin, birbirine kazık atmamanın, kendin kadar “kabile”ni de korumanın güzelleştirdiğini anlatırdı. Şimdiki gençlerin “Bıktık sizin zamanınızın güzel Türkiyesi’ni dinlemekten” sözlerine cevap olurdu. Evet, politik ve ekonomik olarak ülke ve dünya daha kolay bir dönemdeydi, müziğe ve eğlenceye yatırım yapmak daha rahattı ama hiçbir şey de durduk yere, kendi kendine olmadı, bize altın tepside sunulmadı yaşadıklarımız. Ne o ünlü yıldızlar “Hadi biz İstanbul’a gidelim, organizasyon güvenilir olmasa da olur” dedi ne de orijinal mekanlar, birbirinin kopyası olmayan işler ve yerler büyü ile yaratıldı. O dönemin gençleri yaptı, yapanı destekledi, kendi kadar çevresini de sevdi, daha iyisi için elini taşın altına koydu…
Şöyle biterdi o belgesel: Siya’nın yol arkadaşı Bülent Burgaç “Siya Siyabend Sahnesi”nde birbiri ardına çıkacak müzisyenlerden önce konuşma yapıyor. Bir yanda Tolga Akyıldız, bir yanda Çağlan Tekin posterleri… Tıklım tıklım bir seyirci kalabalığı, “hepimiz” genç yaşlı, küs, ünlü, bir zamanlar ünlü, hala dost, artık yabancı, sevgili, eski sevgili ve hep arkadaş, hepimiz ve gençler hatta çocuklarımız, hepimiz oradayız… Konserin geliri Mehmet Uluğ Vakfı’na bağışlanıyor. Müzik yine müziğin gücü için çalıyor. Görmüyoruz ama biliyoruz, Siya gülümsüyor…
Seni çok seviyorum İblis. Gençliğimizi, hayallerimizi ve seninle tanıştırdığı için, müziği bir kez daha, çok seviyorum. Bon Jovi'den sana geliyor: You’re gonna live forever Siyabend Süvari.
